Türk resim sanatının 19. yüzyıldan önceki örnekleri, genel olarak “el yazması” kitap resimlerine dayanır. Bu “minyatür resimlerde”; dramatik kişisel anlatım heyecanını yansıtan bireysel bir biçimlendirme niyeti ve teşebbüsü yoktur. Uygulamada ise; “üsluplaşmış gelenekçi” bir figür, mekân ve manzara biçimlenmesiyle,”tek bir boya tekniğine” bağlı kalmıştır.
Batı resim sanatının “gelişiminde” büyük yeri olan “din kurumlar”ı, Türk resmine görev vermemişlerdir. Batı resminde, roman ve gotik kitap resminden tuval resme geçişte; kilise, dini olayların, kitap sayfasından büyük boylarda resimlenmesi için, “yeni teknikler” bulan sanatçılara ihtiyaç duymuştur.
Bu yüzden, Batı’nın özellikle “kilise ve sarayı”, sanatçılara atölye kurabilmeleri için “önemli imkânlar” sağlamıştır. Bizde bu atölye imkânı, “saray minyatürcülerine” tanınmışsa da (o da ancak sarayda), Batı’da resim eğitimi görüp yurda gelenler için tanınmamıştır.
Ortaçağ roman kiliselerinde, putperest antikiteden Bizans kanalıyla alınan “fresk resmi” geleneği de, kitap resminden tuval resmine geçişte teknik ve boyut bakımından önemli bir role sahiptir. Bizde bu fresk de, resim alanında değerlendirilmemiştir.
Beğenip bırakamadığımız “minyatür” ise; teknik olarak peşinen, bir çeşit “guvaj-tempera” karışımı bir boyaya bağlanmış ve yenilenmeyen “tekdüze bir meslek” olarak kalmıştır. Kısacası; yeni ihtiyaçların ve “kişisel üslubun” yarattığı yeni boya kullanışlarıyla, çeşitli teknik imkânlardan uzak kalınmıştır.
Aslında 18. yüzyılda, Batı dünyasının resimleriyle karşılaşan, ya da bu ülkenin sanatçılarına “kendi resimlerini” yaptıran “dışişleri ve saray mensuplarımız” olmuştur. Ancak bu ilgi, hiçbir zaman elde kalem ya da fırça ile, doğa karşısında yapılan gözlem notlarının sırrına varma derecesinde olmamıştır
Batı’nın optik görüntülü figür ve mekân resmi kültürü, uzun yüzyılların dinsel ve toplumsal heyecanlarına ve resimsel deneylerine dayanmıştır. İşte Batı’da bu “doğa-sanatçı ilişkisi” sonucunda, daha proto-rönesanstan önce ortaya çıkan “optik biçimleme”, ilk kez 18. yüzyıl içinde “minyatür resmimizi” etkilemeye başlamıştır.
Giderek ilkel bir perspektife dayalı kimi “manav resmi” bilgisi içinde, “İstanbul saray ve köşklerinden” başlayarak, “Anadolu konaklarına” değin uzanmış ve mekân kavramına optik görüntüyü sokan “bilimsel perspektifin” sırlarını öğrenme merakı yaratmıştır.
Bu sebeple özellikle 19. ve 20. yüzyılın ilk yarılarına kadar “ilmi menazır” ve “fenni resim” gibi terimler, ressamlarımız tarafından “önem verilerek” kullanılır olmuştur. Bu dönem resim anlayışımızda “fenni menazır” (bilimsel perspektif) ın “büyük bir hüner” olduğu anlaşılıyor. “Mirat-ı mühendishane”de “Hüsnü Yusuf’un” perspektif yöntemlerini iyi öğrendiği belirtiliyor.
Harbiye’de Öğretim elemanı bulunmaması sebebiyle, ancak 1847 de perspektif dersi okutulabildi. Bu eksiklikle ilgili olarak “Süleyman Seyyit” fenni menazır adlı kitabını hazırlıyordu. “Hüseyin Zekâi paşa’nın” da perspektif titizliği vardı.
Bizde, Batı’daki resim sorununun, zemininin ve anlayış gelişiminin bilincine varılmadan “çabalar harcandığı” ve dolaylı olarak olması gerekli bir gözlem döneminin geçirildiği açıktır. Sanatçılarımızın 19. yüzyılda geçirdiği “ilk gözlem dönemi”, Batı sanat anlayışları oluşumlarının ve değişimlerinin sebeplerini “anlamaya yeterli” olmamıştır. Zaten önce “askerlik mesleğini” seçen bu sanatçı ruhlu kişiler, çoğu kez bir atölye yaşamına gerekli, yeterli zaman yanında, toplumumuzun geniş zemininde oluşmuş “ilgiyi” de bulamamışlardır...
Adnan Turani, Batı anlayışına dönük Türk resim sanatı, İşbank kültür yayınları, 1977, s.vıı