16 Kasım 2014 Pazar

BATI RESİM SANATINA GEÇİŞTE ZORLUKLAR



Batı’nın, “roman , gotik ve proto-rönesans” resminin, çizgisel kuruluş ve “düz yüzey boyama” aşamasından “modleye geçişi” ve giderek ışık-gölge modlesi anlatımından, renk ve boya soyutlamasına varışı ve bu biçimlemeler üstüne “yüzyıllar boyunca” oluşturulmuş düşüncelerle geliştirilen “zengin resim kültürü”, elbette öyle kolay çözümlenebilir, yüzeysel bir sorun olamazdı.

Zamanla çözümleyebildiğimiz bu “uçsuz bucaksız” resim kültürü birikimine karşılık, ilk asker sanatçılarımız, değerleri sonradan adeta sıfıra inen Gérome (1824 – 1904), Boulanger (1806 –1867) ve Cabanel (1823 – 1889)  gibi Paris’in “klâsisist – romantik” ekolleri karışımı bir akademizmanın ölü dalgalarını yaşatan sanatçılarının yanında “eğitim” görmüşlerdi.

Oysa, o sıralarda Paris, bireyci sanatın en “hür tutumlarını” benimseyen ve gelenekçi geçmişe cephe alan sanatçıların yeni görüşleriyle çalkalanıyordu. Kısacası, Batı’ya gönderdiğimiz asker kabiliyetlerimiz, bütün iyi niyetleri ve büyük çabalarına rağmen, ülkemize “David-İngres” klâsisminin akademikleşmiş eğitimi yanında, bir parça da “Barbizon Okulu” ve Courbet’in peyzajist doğa şiiri anlayışı ile dönebilmişlerdi.

Sonrakiler ise, bu “eklektizme”, izlenimci paletin gölgeleri renkle karşılayan anlayışını katabilmişlerdi. Bu nedenledir ki; 19 ve 20. yüzyılın ilk yarısına  değin, sanatçılarımızdan güzel sanatlar alanlarında eğitim görenler, esası kavrayan bir açıklama, traite, kendi çağlarına karşı düşünsel açıdan bir hareket “yapamamışlardır”.

Zaten. Batı’ya gönderilen ilk ressamlarımızdan, çağlar boyunca toplumla birlikte yaşanarak yaratılmış yabancı bir sanat kültürünü, hemen “derinliğine” anlayabileceklerini bekleyemezdik. Ayrıca İstanbul’daki mühendishaneler ile Harbiye resimhanelerine dışarıdan getirilen “yabancı” hocalarda da, bizdeki resim sorunlarını kökten çözebilecek geniş kültür ve çağdaş endişeler olmadığını, bütün açıklığıyla anlayabiliyoruz. Mühendishane ile Harbiye resimhanelerine ya da İstanbul’a gezgin olarak gelen yabancı ressamlar, genellikle klâsisist-gelenekçi “yalama teknikle”, romantik konulu resimler yapıyorlardı.

RESSAM FERİK İBRAHİM PAŞA

Özellikle doğa biçiminin çizimsel soyutlaması ile, boyasal soyutlama buluşlarına ulaşmanın, öyle kolay bir gözlem ve doğadan alınan yüzeysel notlarla olamayacağının anlaşılması elbette zaman istiyordu. Bu nedenledir ki; “1835 de Batı’ya gönderilen ilk on Türk öğrenci” arasında yer alan ressam  Ferik İbrahim Paşa (1815 – 1889) (Avrupa’daki öğreniminden dönüşü Abdülmecid zamanına denk gelir) için Sami Yetik : “klâsik ekolün en reel terbiyesini alan bir ressam” der.

Burada sözedilen “reel terbiye” anlayışı, Paris’de Academie des Beaux – Arts da o sıralar uygulanan “David – İngres” klâsizmasının akademikleşmiş geleneği kastedilmektedir. Ancak klâsist eğitimde reel terbiye diye bir şey yoktur.

Ancak, bugün Ferik İbrahim Paşa ve çağdaşları, İngres’in biçim bozmalarını ve modlelerini barok derinliklerinden uzaklaştıran o hafif biçimleme değerlendirişini “anlayamamışlardır”. Kaldı ki; o sıralar “klâsist ekolün şaşası”, romantikler ile Barbizon okulu’nun açık hava resmi yeniciliği karşısında kuvvetini oldukça “kaybetmiş” görünmektedir. “İngres klâsizmi”, özellikle 1850 lerden sonra, Delacroix’nın romantik heyecanlı boya kullanışı ve egzotik konuları ile, Barbizon okulu mensuplarının getirdiği yeni, gözlemci doğa resmi karşısında “zayıflamaya” başlamıştı.

RESSAM HÜSNÜ YUSUF

Ancak; Paris’in Academie des Beaux – Arts’ ında ve Salon’unda, klâsizm hayranlarının henüz “egemen” olduklarını biliyoruz. Bunun için Ferik İbrahim Paşa ve Hüsnü Yusuf (1817 – 1861) gibi Avrupa’ya gönderilen ilk on öğrenci arasında yer alıp sivrilenler reel ya da klasik anlayış altında doğru bir değerlendirme “yapamamışlardır”. Hatta pek takdir gören Hüsnü Yusuf , çini mürekkebiyle klâsisist anlayışla ilgisi bulunmayan kimi “rutin desenler” yapmıştır .

Sami Yetik’in; Hüsnü Yusuf’a ait “klâsik temiz bir sanat ifadesi” olarak nitelediği “çini mürekkepli” desenlerinin, klâsik diye adlandırdığı klâsisizmle bir ilgisi “olmadığını” biliyoruz. Klâsistler çini mürekkebi değil,  kurşun kalem kullanıyorlardı. Sami Yetik, Servili Ahmet Emin için de “klâsik ve realist” sözcüklerini “yanlış olarak” kullanmıştır. Bu nedenle Hüsnü Yusuf’un desen çalışmalarının çini mürekkeple yapılan rutin, sabırlı, yapma çizimler olduğu anlaşılmaktadır.

Zaten, aşağı yukarı  “II. Meşrutiyet” in sonuna hatta çok daha sonralara değin, ressamlarımızın özellikle “fenni resim ve fenni menazır (bilimsel perspektif)”  ile uğraştılarını görüyoruz. Aslında bu sıralar resmin beceri sayıldığı da açıkca ortaya çıkıyor. Mirat-ı  mühendishane’de “kabili talim olan, üstat olur üstattan” sözü kullanılmaktadır.

Bu nedenledir ki; bizde bu “ilk dönem” resimlerinde, “çizgisel bir işcilik” ile, nesneleri “üç boyutlu” verme çabası dışında herhangi bir girişim “görülmemektedir”. O sıralar topografik haritalar, dökülen toplara konulmak üzere asitle oyularak yapılan armalar, hep bu asker ressamlarımızın rutin fabrikasyon işleri idi. Kimi Harbiye matbaasında, kimi tersanede, kimi harita bürolarında ve arazide askerlik görevindedir. Kısacası kendini tamamen sanatsal bir resim dünyasına veren bir ressamımız “henüz sahnede yoktur”.

Bütün bu resim çabalarının, askerlik alanının gerekli rutin işleriyle ilgili olduğu açıktır. Mühendishane-i Berr-i  ve Bahri Hümayun’lardan çıkan subaylarımız aslında askeri birer “mühendistirler”.  Zaten bu askeri okuların amacı, esasta ressam yetiştirmek olamazdı. Ancak bunlardan bu alanda eğitim görenlerle, bu işe büyük ilgi duyanlar arasında, rutin işler dışındaki resmin yaratıcı yönüne hayatlarını bağlayanların, “öncü ressamlar” olduklarını görüyoruz.

RESSAM SERVİLİ AHMET EMİN

Batı’da öğrenim görmemesine rağmen Servili Ahmet Emin (?- 1865/66) bu öncüler arasında yer alır. Barbizon okulu’na yakın bir anlayış içinde, ağaç portreleri resimleyen bu sanatçımızda, buraya değin adları verilen ilk ressamlarımızın “rutin-klâsist  yalama” biçimlemesi de azdır. Bu nedenle Ahmet Emin, o sıralar resim sorununun daha çağdaş bir noktasındadır. Bursa, Bozöyük, Eskişehir ve İzmit’ten doğa karşısında sevdiği kimi köşelerin görünümlerini resmederek bir albüm meydana getirmesiyle, Anadolu’ya “optik Batı gözüyle” bakan ilk ressamımız da olmuştur. Hatta aldığı bu notların, bizde “yöresel ilk değerlendirme” olduğu da söylenebilir...

RESSAM HALİL PAŞA

Resimsel biçimlemede, yöresel not zevkine varma da, bir aşama olarak değerlendirilir. Bu noktada mühendishane çıkışlı (1869 - 1873)  Halil Paşa (1856 - 1940)  önem kazanır. Gönderildiği Paris’te, “Gérome’un atölyesinde” (1880 – 1888) çalışmıştır. Aldığı eğitim kendinden öncekilerden farklı değildir, fakat resimlerinden anladığımız, onun klâsizmden tiksinen Barbizon okulu ressamlarıyla izlenimcilerin ilk hareketlerinin yarattığı yeni heyecanı, o sıralar sıcağı sıcağına Paris’te yaşadığıdır.

Ancak kendisi aldığı eğitime paralel olarak izlenimci olmayan bir portreyle yer yer kimi izlenimci etkileri de yansıtan bir “peyzaj resminin sınırları” içinde kalmıştır. Paşa’da, kendinden öncekilerde “görülmeyen” bir palet zenginliği, bir fırça rahatlığı, bir kaligrafi dikkati çeker. Ayrıca dolaysız olarak doğadan edinilen notlarla peyzajlarını tamamlayan bu ressamımız, bizde bu dikkatiyle “öncü” olur ve resim sanatına “tüm hayatını” vermiş “ilk asker ressamımız” olarak da önem kazanır. 1888 den bu yana eserlerini aralıksız sergiler. Hatta 1939 da, vefatından bir yıl önce açılan ilk  Devlet Resim ve Heykel sergisine de bir eserini verir. Ancak “çok ilginçtir”,  yapıtı jürice sergiye alınmaya “lâyık görülmez”...


Adnan Turani, Batı anlayışına dönük Türk resim sanatı, İşbank kültür yayınları, 1977, s.vıı-vııı