22 Kasım 2014 Cumartesi

TÜRK RESMİNDE D GRUBU VE MÜSTAKİLLER

İbrahim Çallı kuşağının “yeni bir yorumu” olan “D Grubu” (1933-1947) ,  Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Elif Naci, Abidin Dino, Cemal Tollu ve heykeltraşlardan Zühtü Müridoğlu’ndan teşkil edilmişti.  Bu grup, kendilerine özgü belirli bir görüşün temsilcileri “olmadılar”. Çünkü bu grup, böyle bir iddiada olmadığı gibi, yalnız Batı’daki kübist fov ve hatta dışa-vurumcu denebilecek anlayışların dışındaki “yeniliklere de kapılarını kapatmıyorlardı”. Onlar, yalnız bizdeki “ölü izlenimciliğe karşı” idiler

Bu nedenle, “Müstakiller ve D Grubu” üyeleri, akademide görev almaya başladıktan sonra, “Çallı kuşağının yıldızı yavaş yavaş sönmeye başladı”. Ama onlar hocalarına karşı “saygısızlık etmediler”. İbrahim Çallı ve arkadaşları da I.Devlet Sergisinde ödül istemediklerini belirttiler ve hepsini öğrencilerine verdiler. Hikmet Onat haricinde, Çallı kuşağından kimse, o sıralar “devlet ödülü almadı”.

“D Grubu” 1947  yılında “dağıldı” ve üyelerinden her biri, “istedikleri yolda” çalışmalarını sürdürdüler. 1947  yılındaki son sergiye, başkaları da katıldılar. Grup üyeleriyle, onların teşkil ettiği harakete katılmayanların bir çoğu, Paris’teki André Lhote’un,  Fernand Légér’ in ve Grommaire’in özel akademileri ya da atölyelerinde, yeni anlayışların içeriğini anladılar. Alman hoca Hoffmann’ın da atölyesinde çalışanlar oldu.

Bu sanatçılarımız, artık eskisi gibi “resmi akademilerde” değil, çoğunlukla “yaşayan akımların” esas temsilcilerinin atölyelerinde çalışmayı yeğliyorlardı. Yani, “yaşayan ve yaşamayan akımları ayırtediyorlardı”. Bu nedenle İstanbul’a geri döndüklerinde, izlenimciliğin ölü dalgalarını sürdüren “hocalarının karşısında” yer almışlardı.

Böylece, “Boğaziçi Manzaraları” nın iç gıcıklayan renklerinin yerini; inşacı, katı kuruluşlu resimlerin grileri ve kahverengileri aldı. Giderek “kuru, şematik bir desene” dayalı “Lhote” vari yüzeylerle çalışma, Akademide “geçerli moda” oldu. Artık Paris’e giden D Grubu’ nun talebeleri, bu kente adım atar atmaz, Lhote Akademisi’nin kapısını çalıyorlar ve ancak; bu öğrenimle “yurtta itibar kazanacaklarını” umuyorlardı. 

Ancak 1935 lerden bu yana, Atatürk’ün ilgi gösterdiği Kurtuluş Savaşı ve devrimlere ilişkin resimlerle, Halk Partisi’nin 1939 larda ressamlarımızı Anadolu’ya geziye göndermesiyle meydana gelen yerel notlu çalışmalarda, biçimleme yöntemleri “katılığı yumuşadı”. Kısa süre içinde sergilerde, Anadolu kent ve kasabalarının hanlarını,   kahvelerini, eski yaylı arabalarını, eski çınarlarını, kübist biçim-bozmasına uğramış köylü ya da kasabalıları konu edinen resimler görülmeye başladı.

Böylece, yerli havalı, kübist biçimleme yönteminden çok, “sadeleştirmeye yönelik resimler âdeta moda oldu”. 1940-1950 arası ise, Leopold Lévy’ nin de Akademideki etkisiyle, büyük form, büyük kitle anlatımı, yeniden öylesine ağırlık kazandı ki; Çallı kuşağı dışındaki Akademi hocaları olan ressamlarımız bile “bu anlayıştan kurtulamadılar”. Ancak bu etkiden, Çallı geleneğine “bağlı kaldığından dolayı” bir tek Şeref Akdik (1899-1972)  kurtulmuş görünür.

Ancak, 1950  lerden sonra Batı’ya gidenlerimiz “çoğaldı”. Avrupa’nın savaş sonrası, “gittikçe artan bir hızla” soyut bir “kübizmaya ve lirik soyutlamaya” yöneldiğini, 1926 larda Avrupa’ya giden ressam kuşağı bile biraz “şaşırarak farketti”. Uzun savaş yıllarında da, Avrupalı sanatçıların, “çağlarına bir tepki” sayılan sanatsal tutumlarını sürdürdükleri sonradan anlaşıldı. Bu nedenle bizim kübist, fovist, dışa-vurumcu anlayışları kurallaştırdığımız sıralarda, Batı, yöntem ve “kurallara başkaldıran” bir iç muhasebesiyle “çatışıyordu”. Kısacası; Batı, sanatta gelenek ve yöntem diye bir şey  “tanımaz” oldu. Bu yüzden, “savaş sonrası Avrupa sanatı şaşırtıcıydı”.

Bu sebeple; 1955-1960 lardan sonra giderek artan bir hızla, “D grubu ve Müstakiller” kuşağından birçok ressam, soyut kübizma, lirik soyutlama ve yeni malzeme imkânlarının “strüktüral estetiğine” yöneldiler. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabri Berkel, Refik Epikman, hatta bir ara Eşref Üren bile, bu soyut strüktüral etkiye önem verdiler. Ancak, böylece, ressamlarımızın sanatsal yaşamında yeni bir çizgi belirdi. Artık ressamlarımız, çağdaş Batı’da olduğu gibi, değişik anlayışlara, sanatsal eğilimlerinde yer vermeye başladılar.

“D Grubu ve Müstakiller Kuşağı”, memleketimizde resim sanatının yayılmasında rolleri olan gençler de yetiştirdiler. 1932 de Ankara’da öğretime başlayan Gazi Terbiye Enstitüsü Resim Bölümü de, güzel sanatların “yurt sathına yayılmasında” büyük bir hizmet payına sahiptir... Bu eğitim kurumunda, ders görenlerin bir bölümü, sanat eğtimi alanında; bir diğer bölümü ise, resim, heykel, grafik alanında faaliyet göstermeye başladılar.

Bu kurumdan Avrupa’ya gönderilenlerin, 1960 ve sonrası Gazi eğitim ve diğer eğitim enstitülerinde görev almalarıyla, İstanbul ve Ankara dışındaki şehirlerimizde de dikkat çekici çalışmaların yapılmaya başlandığı görüldü. Bu alandaki hizmet yarışına, İstanbul Akaretler’de açılan Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu da 1960 lardan sonra yetiştirdiği gençlerle katılmaya başladı.

Sanat olaylarının taşra kentlerimize değin gitmesi ve olumlu sonuçlar alınması, 10 kadar ilimizde “devlet galerilerinin açılmasını” mecburi kıldı. Yoğunlaşan resim çalışmalarıyla “yurt dışında da yankılar uyandıran” kimi sanatçılarımızın eserleri, giderek “dış müzelerle, bazı yabancı kolleksiyonlarda yer aldı”...


Adnan Turani, Batı anlayışına dönük Türk resim sanatı, İşbank Kültür yay, 1977. s.xı,xıı