17 Kasım 2014 Pazartesi

BATI RESMİNE GEÇİŞ VE HALİL PAŞA



Halil Paşa portre alanında, bizde önemli ilk çalışmaları yapanlar arasında yer alır. Ondan önce, Mirat-ı Mühendishane’de birer portre bırakan Hüsnü Yusuf (kendi portresi) ve Ferik İbrahim paşa’dır. (Abdülmecid resmi). İki ressamımızın stil karakterleri “net anlaşılamamıştır”.

Bir hayli portre yapıtı bırakan Halil Paşa, bizde bu alanda “portreci” bir ressam olarak da “nirengi noktası” olur. Ayrıca, kendinden önceki ressamlarımızın rutin ve derinleştirilmemiş bilgilere dayanan çalışmalarının “geçersizliğini” ilk anlayanlardan biridir. Bu nedenle, çalışmalarında yapma bir biçimleme azdır denilebilir. Klâsisist-akademik biçimlemelerde görülen önce desen, sonra boyama yöntemi de, Paşa’nın yapıtlarında, portreleri dışında yok gibidir.

Ayrıca; desenle fırça yazısının birleşmeye başladığı “ilk çalışmalar” da, bizde onun tarafından yapılmıştır. Halil Paşa, resim sanatımızda yalama ve yapma ilk resim döneminin rutin çalışmalı, itibari renkli,Yıldız Saray Bahçesi manzaralarından ayrılan ve “gerçek ressam” nitelikleri gösteren ilk önemli sanatçımızdır. Onun anlayışı, bizde, Barbizon okulu’nda gözlemlenen kır sevgisi ile, izlenimciliğin “ilk karışımını” verir.

Yukarıda sözedilen ressamlarımız, mühendishane çıkışlı olanlardır. Bir de Harbiye resimhanesinden çıkan ressamlarımız vardır ve bunlar içinden “sivrilenler”, Mühendishane’dekilerden “daha fazladır”. İki resimhane arasında eğitim açısından bir “fark bulunmaz”. Dikkatli bir gözlem, “temiz bir işcilik, şairane bir duygu ve büyük sabır”, aşağı yukarı çalışmaların önemli özellikleridir.

Mühendishanede olduğu gibi “desen”, eğitimde ağırlığını korur. Desen çalışmalarından sonra, “klâsisist-akademik” eğitim veren o dönem Avrupa akademilerinde olduğu gibi, “yağlıboyaya” geçilir. Hatta Harbiye’yi bitirenlerden; desenini başkası, boyasını başkasının yaptığı çalışmalar görülür.
Buradan da, “desen ve yağlıboya” resim sorunları üzerinde bu dönem sanatçılarımızın pek fazla “kafa yormadıkları” anlaşılmaktadır. Zaten Harbiye resimhanesinde gösterilen, dikkatli, fakat doğadan çok “resim örneklerinden” yapılan “kopya yoluyla” öğrenme metodudur.

RESSAM FERİK TEVFİK PAŞA,

Harbiye’nin yetiştirdiği ilk ressamlardan biri olarak göstermenin daha doğru olacağı Ferik Tevfik Paşa (1819 – 1866) , aslında Ferik İbrahim Paşa ile aynı zamanda Avrupa’ya öğrenime gönderilmiş ve aynı eğitimi almıştır. Eldeki bilgiler, kendisinin daha çok “desen çizdiğini” ve bir de bizde “ilk heykel yontan kişi” olduğunu göstermektedir. Mühendishanelerde ise “bina ve gemi” maketlerinin yapıldığı belirleniyor.

Şüphesiz Harbiye resimhanesinden çıkan birçok “kabiliyetli subay”, resim alanında çalışmalar yapmıştır. Ancak bunlar içinde “sivrilen birkaçı” Avrupa’ya gönderilmiş ve öğrenimlerini bitirdikten sonra gelenlerden kimileri de “paşalığa değin yükselmişlerdir”. Bu nedenle günümüze ulaşan resimler içinde, “bu rütbelere” yükselebilenlerin resimleri “daha fazla” olmuştur.

RESSAM NURİ PAŞA

Örneğin; Sami Yetik’in belirttiği gibi, resimleri fazla değerli olmamasına rağmen bugüne değin kalan Nuri Paşa bunlardan biridir ve hatta Batı’da öğrenim de “görmemiştir”.



Genellikle deniz savaşlarını resmeden Nuri Paşa, Halil Paşa haricinde kalan öncekiler gibi, rutin bir işçilikle, “yoğun ayrıntıdan” oluşan resimlere sahiptir. Nuri Paşa’nın resim anlayışı, fırtınalı denizlerde savaşan “savaş gemilerini”, resimsel sorunları akla bile “getirmeden” göstermek olarak özetlenebilir. Paşa ressamlarımıza ayrıca, Osman Nuri ( 1839 – 1906) ve Mustafa Nuri (1840 – 1905) ilâve edilebilir.

RESSAM SÜVARİ BİNBAŞI TEVFİK  VE  BİNBAŞI HAYRİ

Harbiyeliler arasında sivrilenlerde, Mühendishane çıkışlı Servili Ahmet Emin ile Halil Paşa’da görüldüğü belirtilen yöresel resimlerin, daha bir önem kazandığı gözlemlenir. Süvari Binbaşısı Tevfik (?- 1914), “Laleli türbesi” ve “Eski Direklerarası” gibi eserlerinde, İstanbul’un yeşil servilerini, camilerin güneşli mermerlerini, eski sokakların gölgeli arnavutkaldırımlarını, sebillerin ve türbelerin mistik havasını yakalamaya çalışan ve bunda “başarılı” olan bir ressamımızdır.

“İşlek bir fırçaya” sahip, 1916 da kaybedilen suluboya ressamı  Binbaşı Hayri’de de bu yöresel notlar gözlemlenebilir. 19. Yüzyılın sonlarına doğru yöresel not tutkusu giderek artar. Diğer yandan “doğa taklidiyle” resim yapılamayacağı görüşü de ressamlarımız arasında belirgin bir kanı olarak adeta “biçimlenir”. Yıldız Sarayı Bahçeleri’nın o katı rutin sertliği, yerini, artistik kimi yumuşamalara bırakmaya başlar.

Ancak Batı’da “katı desenden” artistik çizgili izlenim karalamasına geçebilmek için, proto-rönesans’tan barok’a değin bizzat doğa ve model karşısında yüzyıldan uzun bir zaman hırsla çalışılmıştı. Bu sebeple, bizde, “doğa incelemesi” ve araştırması dönemi, yok denecek kadar “kısadır”. Zaten, sonraları, Çallı kuşağının Sanayi-i Nefise’ye hoca olduğu I. Dünya savaşı yıllarında bile, değil çıplak, giyinik model  bulmanın bile “zor” olduğunu bilinir.

Bizde Halil Paşa’ya değin süre, daha çok yapısal kuruluşlu bir ayrıntıcılıkla geçer. Hatta bu ayrıntıların doğa karşısında saptanmasından çok “akıldan yapıldığı” görülür. Daha olumsuzu, Hoca Ali Rıza’nın taşbaskı kartpostal resimlerinden kopya yapılmasını, modelden çalışma ile bir tutmadır. Bu nedenle bizde, Proto-Rönesans’ta görülen o, doğayı çok disiplinli desensel inceleme yoktur denebilir. Bunun için 20.yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, yukarıda adı geçen doğa izlenimlerini saptamak için “peyzaja çıkma” ve kimi yöresel notlara olan tutku, bizde olumlu bir inceleme aşaması olarak değerlendirilebilir.

Belirli olarak Halil Paşa’yla başladığı gözlemlenilebilen fırça izlenimciliği ve tuş güzelliği düşüncesi,  I. Dünya savaşı’ndan bu yana sanatsal bir değer olarak, Çallı, Feyhaman, Nazmi Ziya, Hikmet Onat ve daha sonra onlara katılan Namık İsmail’de kendilerine özgü bir çeşit izlenimci anlayış altında “yaygınlaşır”. Ancak, Çallı kuşağına kadar daha bir hayli deneyin yapıldığı “tereddüt” yılları geçecektir.

Batı resim kültürü birikimini doğru öğrenip, doğru değerlendirmek için henüz vakit erkendir. Durumdan faydalanmak isteyen “gösterişci, virtüöz”, yabancı ressamlar çıkar. Guillemet adında, klâsisist – akademik  resimler yapan bir ressam İstanbul’a gelir ve Beyoğlu’nda özel bir “resim atölyesi” açar. “İlginçtir ki”; bu ressamın gelişi, Osmanlı Hükümeti’nin İstanbul’da bir Sanayi-i Nefise Mektebi açmaya karar verdiği zamanlara rastlar.

RESSAM OSMAN HAMDİ VE NAZMİ ZİYA

Kuruluşuyla birlikte Osman Hamdi’nin müdürlüğünü yaptığı Sanayi-i Nefise’de de 1887 den 1908 e değin öğretim sorumlulukları hep “yabancılara” verilir. Bu tarihler arasında buradan yetişen “tek sanatçı görülmez”. Ancak Osman Hamdi’nın müdürlükten “çekildiği” 1908 yılından sonradır ki; Nazmi Ziya ve Çallı kuşağı mensupları bu okuldan çıkarlar ve Avrupa’ya gider ya da gönderilirler. Nazmi Ziya, Sanayi-i Nefise’de son sınıfta iken “hocası Valery” ile tartışması ve Osman Hamdi’nin resimlerini “beğenmemesi” sebebiyle “sınıfta kalmış” ve okulu ancak 1908’de bitirebilmiştir.

1908 e kadar Mühendishane ve Harbiye resimhanelerinin, Sanayi-i Nefise’den daha hareketli olduğu ve resim öğretiminde “daha faydalı” oldukları belirlenir.

Ülkemizde, tuval ressamları alanında, nesnelerin çevre çizgisiyle sınırlanan içlerini, düz yüzeyler halinde boyama düzeyinden, boyasal modle anlayışı yolunda, birkaç örnekle de olsa yer almış “tarihi resimler” bulunur. İstenen; kahramanlık tarihimizin “heyecan verici” sahnelerini canlandırmaktır.

RESSAM HASAN RIZA

İmparatorluğun çöküş döneminde başlayan özlemle, bir “asker” ressamımız olan Hasan Rıza (?- 1912), Türk ordularının “başarılı savaşların”ı, kuşatılan kaleleri, yalın kılıç düşman orduları içine dalan yeniçerileri, toz, toprak ve barut dumanları içinde yaşatmak ister. Ancak O , bu renkli sahnelerde, Delacroix ya da bu konuları işleyen diğer 19. yüzyıl ressamları gibi, “romantik bir palet” ya da “desen yaratıcılığı” yansıtmaz. O “sabırlı bir işcilikle”, hayâlindeki görüntüye bağlı, üç boyutlu ve yalnız siyah- beyaz, “ilkel bir figür modlesiyle”, kendini “amacına ulaşmış” addeder. Onun tarihsel kişilerimizle ilgili tarama resimlerinde de, bütün tuval resimlerinde olduğu gibi, resimsel herhangi bir “endişe yoktur”. Sonuç, zamanımızdaki dergilerde görülen, çini mürekkepli kimi “tarama portreler” düzeyinde kalır...

 
Adnan Turani, Batı anlayışına dönük Türk resim sanatı, İşbank kültür yayınları, 1977, s.vııı-ıx