7 Aralık 2015 Pazartesi

OSMANLI GEZGİNİ EVLİYA ÇELEBİ

Evliya Çelebi (temsili)
TÜRK gezi edebiyatının en büyük yazarıdır. 1611 yılında İstanbul'da doğdu. Ailesi aslen Kütahyalı'dır. Memurluk ve askerlik gibi vazifelerini gezileriyle birlikte gerçekleştirdi. Gezilerinden notlar oluşturarak 17. yy Osmanlı hayatının siyasi, sosyal, kültürel ve sanatsal görünümünü ortaya koydu. Hazırladığı "Seyahatname" si, Arap ülkeleri, Balkanlar, Orta Avrupa ve Kafkasya'yı da tanıtan bir eserdir.

Hazırladığı 10 ciltlik esere göre Evliya Çelebi şu memleketleri gezdi: İstanbul ve çevresi, Mudanya, İznik, Bursa, Trabzon çevresi, Şam'a giderken gezdiği yerler, Edirne, Bulgaristan, Van'a giderken gördüğü yerler, İran, Irak, Tokat, Gelibolu, Boğdan, Belgrad, Lehistan, Üsküp, Macaristan, Romanya, Avusturya, Kırım, Dağıstan, Kıpçak diyarı, Girit, Selânik ve Rumeli, Batı Anadolu, Ege Adaları, Mekke ve Medine, Mısır, Sudan ve Habeşistan.

Seyahatname'nin ilk sayfası
Evliya Çelebi, "Seyahatname" sinde sadece kendi gözlem, yaşantı ve izlenimleriyle yetinmemiş, başkalarından dinlediklerini, çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan edindiği bilgileri de yer yer eserine aktarmıştır. Çelebi, eserini yazarken konuşma dilinin canlılığından ve kıvraklığından başarılı bir şekilde faydalandı. Bu dil, eseri sıkıcı olmaktan çıkardı. Eserinde eleştirilere de yer vererek ikazlar yapar. Mizahi yönü oldukça kuvvetlidir. Anlatımlarında Dede Korkut ve meddah hikâyelerinin izleri vardır.

Hiç evlenmemiş olan Evliya Çelebi'nin vefat yeri ve tarihi konusunda sağlam bilgi yoktur. Bazı tahminlere göre 1682 'den sonra Mısır veya İstanbul'dur.

Seyahatname'den Örnek:

Viyana şehrinin kenarlarında yedi yerde hastane vardır. Ama hepsinden büyüğü İstefani Kilisesi'nin hastanesidir. Bizzat Kral hasta olsa oraya gelir. Çünkü büyük hekimler buradadır. Hepsi siyah elbise ve başlarına eflâtun şapka giyerler. Ama buranın hekimleri beyazlar ve başlarına güderiden yedi dilimli bir cins takke giyip elleri daima eldivenden çıkmaz. Çünkü elleri daima yumuşak olup hastaların nabızlarını tutar tutmaz, dertlerini anlayarak ilâç ederler. Hattâ Raab Suyu Savaşında kralın akrabasından birinin kellesine bir kurşun vurup içeride kalmış. Yaralı ne ölür, ne de ilâçtan fayda görüp iyileşir.

Nihayet Kral: "Benim ecdadımın hastanelerinde bu kadar ücret alır kâmil cerrahlar var. Elbette bu akrabama bir deva etsinler. Yoksa cümlesinin geçimlerini keserim" deyince İstefani Kilisesi'nin cerrahbaşısının tedaviye gireceğini duyarak cerrahbaşıya varıp ahbap oldum. O sırada yaralıyı getirdiler ve dört ayaklı ve ipekli bir sedir üstüne yatırdılar. Ama, başı Adana kabağı, gözleri Mardin ayvası, burnu Mora patlıcanı gibi şişmişti...

...Cerrah kafanın şakak denilen yerinden delerek bir demir mengene soktu. Mengeneyi burdukça herifin kellesi, derisi çizilen yerinden takke gibi kalkmaya başladı... Beyninin yanında tüfek kurşunu duruyordu. Meğer, beş dirhemlik çakmalı tüfek kurşunu imiş. Hemen cerrah bana: "Gel, bak gör şu insanoğlunun bir ekmek parçası için girdiği hali..." deyince ağzıma, burnuma mendilimi tutarak ileriye vardım ve kellenin içine baktım. Rabbin azameti !.. Garip, insanın beyni kafanın içinde sanki yumurtasından henüz çıkmış kuş yavrusu gibi büzülmüş durur.

Cerrahbaşı ağzıma mendil tuttuğumu görünce sebebini sordu. "Belki bakarken öksürür veya aksırırım, nefes alıp verirken herifin kellesine rüzgâr girmesin diye ağzımı ve burnumu kapadım" cevabını verdim. Cerrah: "Aferin. İşte sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstad cerrah olurdun" dedi. Sonra seksen karınca kullanarak kafa derisini dikti. Bir saat geçince herif gözlerini açarak yemek istedi. Sekizinci gün herif iyileşerek hastanenin içinde gezinmeye başladı. On beşinci gün ise kralın huzuruna çıktı.