17 Şubat 2015 Salı

İSLÂM ETKİSİNDE TÜRK EDEBİYATI

Türkler, 10. Yüzyıldan başlayarak kendi istekleriyle İslâm dinini kabul etmişlerdir. Bu dini kabul edişleri kılıç zoruyla ve kısa sürede olmamıştır. Ancak dinin emirlerini öğrenmek ve Kur’an okumak için Arap harflerini de, dini ilimleri anlamak üzere Arap dilini de beraber öğrendiklerinden, Türk dili eski saflığını kaybetmiştir. Birçok yabancı kelimeler, yeni kavramların ifadesi olarak Türk dilini istilâ etmiştir. Komşuluk ettikleri çeşitli memleketlerin yerli dillerinden de etkilenen Türkler, başka devir ve başka ülkelerde kendi dillerini ayrı şekillerde konuşmaya ve kullanmaya başlamıştır.

Bu yüzden, Türk dili, birbirinden oldukça farklı ve bu farklılık yazılışta da kendini gösterdiği için bağımsız birer dil denebilecek lehçelere dönüşmüştür. Bu lehçelerde meydana getirilen edebiyat eserleri de birbirinden farklı olmuştur.

TÜRK DİLİ LEHÇELERİ

Ana Türkçe, söyleniş ve yazılış farkları yüzünden zamanla değişik lehçelere ayrılmıştır. Doğu lehçeleri (Çağatay lehçesi ve Doğu Türklerinin kullandıkları lehçeler) ve Batı lehçeleri (Azeri lehçesi ve Anadolu Türkçesi) diye sınıflandırılan bu söyleniş ve farklı yazılıştaki lehçelerin ayrı edebiyatları vardır.

Çağatay lehçesiyle yazılan edebiyat eserlerine 14-16. yüzyıllarda rastlanır. Bu üçyüz yıl içinde, Cengiz’in torunu Çağatay Han’ın imparatorluğu zamanından beri birçok eser meydana getirilmiştir. Çağatay lehçesiyle yazmış şair ve edebiyatçıların en büyükleri Ali Şir Nevai (15. yy) , Babür Şah (16. yy) dır. Nevai dünyaca ün salmış bir şairdir. Pek çok eseri vardır. Bunların bir kısmı şiir, bir kısmı sözlük, hatıra ve benzeri eserlerdir.

Bâbür Şah’ın da şiirleri ve “Babürname” adında değerli bir hatırat kitabı vardır. Kuzey-Doğu  Türklerinin lehçeleriyle meydana getirilmiş eserlerin en önemlisi, Kaşgarlı Mahmud’un “Divân-ü lûgaat-it Türk” adlı sözlük ve gramer kitabıdır ki; eski devirlerin eserlerinden derlenmiş örnekler bakımından çok önemlidir.

TASAVVUF FELSEFESİ

Türkler 10. yy dan itibaren İslâmiyeti din olarak benimsediler. Bunu kılıç zoruyla değil, inanarak ve bilerek yaptılar. Bu sebeple de dinin katı hükümlerini zamanla yumuşatıp kendilerine göre yorumladılar. Kur’an Arapça idi. İslâmı yaymaya yarayan ve bu dinden çıkan bilimler, Tanrı bilimi (Kelam) , Fıkıh (Hukuk) hep Arapça kitaplardan öğreniliyordu. Türkler, bu sebeple birçok Arapça terimden başlayarak dillerine bu dilden kelimeler aktardılar.

Kavramlar yeni olunca, o kavramları ifade eden kelimeler de dile doldu. Sonunda yazı sistemini de değiştirdiler ve Arap harflerini kabul ettiler. Böylece yeni bir din çerçevesine girerken yeni bir dil çerçevesini de benimsemiş oldular. Din ve dille beraber edebiyat ve düşünüşte de değişiklikler görüldü. Arap edebiyatının daha önce İran’a geçmiş ifade şekilleri edebiyatımıza aktarıldı.

Gazel, kaside, mesnevi gibi şiir şekilleri böylelikle edebiyatımıza girmiş oldu. Gazeller aşk duygularını, kasideler övgüleri, mesneviler de hikâyeleri anlatmakta kullanılan şekillerdi.

Diğer yandan Kûfeli Ebû Hâşim tarafından ortaya atılan “Tasavvuf” diye anılan düşünüş yolu “Tarikat” ların doğmasına sebep oldu. Esasen gidilecek yol anlamına gelen tarikat kelimesiyle Tanrı’ya ulaşmanın yolları gösterilmek isteniyordu. Sof bir cübbe giydikleri için kendilerine “Sofi”, düşünüşlerine “Tasavvuf” denilen bu dervişlerin inancına göre tek gerçek Tanrı’nın kendisiydi. İslâmiyet, insanın ancak öldükten sonra Tanrı huzuruna çıkabileceğini öğretiyordu. Bu dünyada ise yalnız bazı Peygamberler bu lûtfa erişmişlerdi. Oysa insan, kendini yaratana bu dünyada da erişebilirdi. Ermişler arasına karışabilmek için adlarına “dergâh” (kapı yeri) , “zaviye” (köşe) , “tekke” (dayanak) denilen yerlerde insanın benliğini iyice terbiye etmesi ve kendini Tanrı’ya adaması gerekiyordu.

İçinde yaşadıkları dünya şartlarından memnun olmayan çevrelerde tarikatlar hızla yayıldı. Bunların bazısı, Âhilik gibi, bir çeşit ekonomik teşkilât, esnaf teşkilâtı niteliği gösteriyor ve hemen hepsi, dünya nimetlerine değer vermemeyi öğreterek, mensuplarına manevi bir destek vazifesi görüyor, insanların Tanrı’ya ulaşacakları inancını yayarak onlara mutluluk sağlıyordu.

SINIF VE ZÜMRE EDEBİYATI

Yüzyıllar boyunca Doğu’dan Orta Asya’dan Hazar Denizi’nin Kuzeyi’ndeki ve Güneyi’ndeki göç yollarını tutturarak Batı’ya yayılan Türkler, değişik siyasi birlikler kurdular. Türk topluluklarının tabii hayatını meydana getiren iki temelli unsur, yani av ve savaş, bütün toplumu tek sınıf halinde tutuyordu. Şehir medeniyeti geliştikçe, iş bölümü dolayısıyla daha başka gruplaşmalar da görülmeye başlandı. Esnaf takımının ortaya çıkması, bazı mesleklerin kazanç sağlaması sebebiyle gördüğü rağbet, halk arasında, yaşayışı birbirinden farklı insan katmanlarının meydana çıkmasına yol açtı.

Meselâ Anadolu Selçukluları zamanından başlayarak ilim ve sanat hayatının fevkalâde gelişmesi, medreselerin, üniversitelerin çoğalması, buralarda okuyanların düşünce ve yaşamlarındaki değişim, zevklerine ve yarattıkları eserlere de tesir ederek başka niteliklerde edebiyat ve sanat eserlerinin doğmasına yol açtı.

Tasavvufla uğraşan şairlerin yazdıkları şiirlerle halk arasında esnaflık edenlerin yazdıkları şiirler hem dil, hem de duygu- düşünce bakımından farklılaştı. Böylece toplumda yeni sınıflarla beraber zümrelerin kendi zevklerini, duyuş ve düşünüşlerini yansıtan değişik niteliklerde eserler görülmeye başlandı.

Aynı milletin insanları oldukları halde dil, duygu ve düşünce bakımından birbirlerinden ayrı edebiyat eserleri ortaya çıktı ki; bunlara zümrelerin kendi edebiyatı gözüyle bakılır. Dadaloğlu ve Nedim gibi...

Toplumumuzdaki farklı sınıfların meydana getirdikleri zümre edebiyatları şunlardır :
Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tekke Edebiyatı... Bunlar Anadolu’ya yerleşmiş Türklerin 14-20.  yy lar arasında verdikleri eserlerin gruplandırılmasından meydana gelmiştir. Bir de Anadolu dışında kalan Türklerin iki ana lehçeyi konuşan ve yazanların edebiyat eserleri vardır ki; onlar da Çağatay Lehçesi Edebiyatı ve Azeri Lehçesi Edebiyatı diye sınıflandırılır.

DİVAN EDEBİYATI

Türkler 12. yy dan beri Anadolu’da yerleşmeye, daha sonra da siyasi birlikler kurmaya başlamışlardır. Beylikler devri, Selçuklu devri ve Osmanlı devri, bu siyasi birliklerin derli toplu göründükleri çağlardır. İşte bütün bu süre zamanında Anadolu yöresinde yerleşen Türkler, Arapça ve Farsça da öğrenerek, bu dillerin edebiyatlarını da inceleyerek bir aydın sınıf edebiyatı meydana getirmişlerdir. Buna Divan Edebiyatı denir. Böyle denmesinin sebebi, her şairin, adına şiir dergisi anlamına Divan dedikleri bir bütün meydana getirecek kadar şiir yazma mecburiyetiydi.

Divan denilen şiir toplamının bazı şartları vardı. Tertipli bir divanda mutlaka kaside ve çeşitleri, gazeller, musammat denilen parçalı şiirler bulunurdu. Her şair bu belli şiir çeşitlerinde söz söylemek ve sözlerini aruz vezni denilen ölçülü kalıplara uydurmak zorundaydı. Bu bakımdan divan şiirlerinin gerçek hayatla pek ilgisi yoktur.

DİVAN ŞİİRİNDE BİÇİMLER

Kaside : Tanrı, Peygamber ve devlet büyüklerini, padişahları övmek için yazılan uzunca şiirlerdir. Bölüm bölümdür. Önce bir tabiat tasviri bulunur. Sonra övgüye geçilir, daha sonra dua ile şiir bitirilir.

Gazel : Sevgi duygularını bildirmek için yazılan kısaca şirlerdir.

Mesnevi : Her iki satırı kendi aralarında kafiyeli uzun hikâyelerdir. Leylâ ve Mecnun, Tahir ile Zühre hikâyeleri gibi. Beşi bir arada olduğunda “Hamse” denilir.

Şarkı : Türklerin kattığı bir nazım şeklidir. Dörder, beşer satırlık parçalardan meydana gelir ve bestelenir.

Musammatlar : Parçalı şiirlerdir. Dörder mısralık olanlarına “murabba”, beşer mısralık olanlarına “muhammes” denir. Bütün müslüman edebiyatlarında divan şairleri bu ve buna benzer aynı şiir bilimlerini kullanmışlardır.

Anadolu Türklerinde Divan Edebiyatı 14. yy dan başlar ve 19. yy sonlarına kadar gelir. Bu edebiyat sade şiir çeşitlerinden meydana gelmemiştir. Hatıra kitapları, mektuplar ve nesir yazıları vardır. Osmanlı Padişahlarının çoğu takma isimlerle şiirler yazmışlardır. Divan şairlerinin hemen hepsinin takma ad kullanması âdetti. Buna “mahlâs” denirdi.

14. yy da yaşayıp şiirlerini divan halinde toplayan en eski şairimiz Ahmedi’ dir. Divanından başka Büyük İskender’in fetihlerini anlatan “İskendernâme” adında bir mesnevisi vardır.

15. yy da Şeyhi, Ahmet Paşa, Necati ve Mevlid sahibi Süleyman Çelebi gibi değerli şairler yetişti...