31 Ocak 2015 Cumartesi

MEHMET ÂKİF ERSOY, ŞİİR VE BİYOGRAFİ

MEHMET ÂKİF ERSOY   (1873 – 1936)

İstanbul doğumludur. Arnavutluk’un İpek Kasabası’ndan, Tahir Hoca’nın oğludur. İlk din ve Arapça bilgilerini babasından, sonra da  Fatih Sarıgüzel’de okuduğu öğretmeninden aldı. Halkalı Baytar Okulu’nu bitirdi. Bu meslekle alâkalı hiçbir vazife almadı.
İkinci Meşrutiyet’in ilânından sonra, halkı uyarmak ve İslâm Birliği’ni sağlamak üzere Sırat-ı Müstakim ve Sebil-ül Reşat gazetelerini çıkardı, bu gazetelere makaleler yazdı. Birinci Dünya Savaşı sırasında hükümet; Almanlar’ın, müslüman esirlere nasıl davrandığını görmesi için, davete uyarak Mehmet Akif’i Berlin’e gönderdi. İstiklâl Savaşı sırasında Anadolu’ya geçerek Bolu’dan Ankara’ya kadar camilerde halka vaazlar verip milli dayanışmayı sağlamaya çalıştı. Birinci Millet Meclisinde Burdur Milletvekili oldu. Şapka kanunu çıkınca Mısır’a gitti. Kahire’de Türk Edebiyatı okuttu. Birkaç kez daha İstanbul’a geldikten sonra Hilvan’a yerleşti. Vefatına yakın tekrar İstanbul’a dönerek soyadı kanununa göre “Ersoy” soyadını aldı. Şiirleri yedi cilt halinde “Safahat” adıyla yayınlanmıştır... 

İSTİKLÂL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.

Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmanı boğar,
"Medeniyyet" dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun; incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüda.

Rûhumun senden İlâhi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.

                                        Mehmed Akif Ersoy


*  *  *


KÜFE

Beş on gün oldu ki, mu’tâda inkıyâd ile ben
Sabahleyin çıkıvermişim evden erkenden.
Bizim mahalle de İstanbul’un kenârı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!

Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir, dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,

Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak,
Ayakta durmaya elbirliğiyle gayret eden,
Lisân-i hâl ile ammâ rükûa niyyet eden...
O sâlhûrde, harab evlerin saçaklarına
Sığınmış, öyle giderken hemen ayaklarına

Delilimin koca bir şey takıldı... Baktım ki;
Genişçe bir küfe yatmakta, hem epey eski.
Bu bir hamal küfesiymiş... Acep kimin? Derken;
Onüç yaşında kadar bir çocuk gelip öteden,
Gerildi, tekmeyi indirdi öyle bir küfeye;

Teker meker küfe bitâb düştü, tâ öteye.
“Benim babam senin altında öldü, sen hâlâ
Kurumla yat sokağın ortasında böyle daha!”
O anda karşıki evden bir orta yaşlı kadın
Göründü: “Oh benim oğlum , gel etme, kırma sakın!”

Ne istedin küfeden yavrum? Ağzı yok, dili yok,
Baban sekiz sene kullandı... Hem de derdi ki: “Çok
Uğurlu bir küfedir, kalmadım hemen yüksüz...”
Baban gidince demek kaldı âdetâ öksüz!
Onunla besleyeceksin ananla kardeşini.

Bebek misin? Daha öğrenemedin mi sen işini?
Dedim ki ben de: Ayol dinle annenin sözünü!
Fakat çocuk bana haykırdı, ekşitip yüzünü:
“Sakallı, yok mu işin? Git, cehennem ol şuradan!
Ne dırlanıp duruyorsun sabahleyin oradan?”

Benim içim yanıyor, dağ kadar babam gitti...
Baban yerinde adamdan ne istedin şimdi?
Adamcağız sana bak, hal diliyle söylerken...
Bırak hanım, o çocuktur, kusura bakmam ben.
Adın nedir senin oğlum?  “Hasan”.
Hasan, dinle,

Zararlı sen çıkacaksın bütün bu hiddetle.
Benim de yandı içim, anlayınca derdinizi...
Fakat baban sana ısmarlayıp da gitti sizi.
O, bunca yıl çalışıp alnının teriyle seni
Nasıl büyüttü? Bugün, sen de kendi kardeşini,

Yetim bırakmayarak besleyip büyütmelisin.
“Küfeyle, öyle mi?”  “Hay hay! Neden bu söz lâkin?
Kuzum, ayıp mı çalışmak; günah mı yük taşımak?
Ayıp; dilencilik, işlerken el, tutarken ayak.
“Ne doğru söyledi! Öp amcanın elini...”

Unuttun öyle mi? Bayramda komşunun gelini:
“Hasan, dayım yatı mekteplerinde zâbittir;
Senin de zihnin açık... Söylemiş olsaydık bir...
Koyardı mektebe... Dur, söyleyim.” Demişti hani?
Okutma sen de hamal yap bu yaşta şimdi beni!

Söz anladım ki uzun, hem de pek uzun sürecek;
Benimse vardı o gün birçok işlerim görecek;
Bıraktım onları, saptım yokuşlu bir yoldan.
Ne oldu şimdi acap, kimbilir, zavallı Hasan?

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçen Fatih’e çıktık, ikindi üstü biraz.
Kömürcüler kapısından girince biz, develer
Kızın merâkını celbetti, daima da eder;
O yamrı yumru beden, up uzun boyu, o bacak,

O arkasındaki püskül, ki kuyruğu olacak!
Hakikaten görecek şey değil mi ya? Derken,
Dönünce arkama baktım: beş on adım geriden
Belinde enlice bir şal , başında ağbâni,
Bir orta boylu, güler yüzlü pir-i nûrani;

Yanında koskocaman bir küfeyle bir çocucak,
Yavaş yavaş geliyorlar. Fakat tesadüfe bak:
Çocuk, benim o sabah gördüğüm zavallı yetim..
Şu var ki, yavrucağın hâli eskisinden elim:
Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak...

Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü, alnının üstünde sade bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryad;
Nazar değil o bakışlar, dümû-ı istimdat.

Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebin-i sâfı, yazık!
O anda Mekteb-i Rüştiyye’den taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyârı vakfe-güzin...

Hasanla karşılaşırken bu sahne oldu hazin:
Evet bu yavruların hepsi, pür- sürûd-i şebab
Eder dururdu birer âşiyan-ı nûra şitab.
Birazdan oynıyacak hepsi bunların, ne iyi!
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,

Ki ezmek istedi görmekle reh-güzarında
İlel’ebet çekecek dûş-ı ıztırârında!
O, yük değil, kaderin bir cezâsı ma’sûma...
Yazık, günâhı nedir, bilmeyen şu mahkûma!..

                                                 Mehmet Akif Ersoy