15 Nisan 2015 Çarşamba

HALİDE EDİP ADIVAR, ANILAR VE BİYOGRAFİ

HALİDE EDİP ADIVAR  (1884 - 1964)

Doktor Edip Bey'in kızıdır. Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okumuştur. Rıza Tevfik'ten özel ders almıştır. Sonradan matematik öğretmeni Salih Zeki Bey'le evlenmiş, bir müddet sonra ayrılmıştır. Kız Öğretmen Okulu'nda, İstanbul Kız Lisesi'nde öğretmenlik, müfettişlik gibi görevlerde bulundu. Mütareke yıllarında üniversitede Batı Edebiyatı okutmuştur. Cemal Paşa'nın çağrısı üzerine Suriye'ye gidip kız okullarının kurulmasında yer aldı (1916) . Dr. Adnan Adıvar'la evlendi(1917) . Milli Mücadele sırasında da Anadolu'ya geçerek Mustafa Kemal'in yanında yer aldı. Onbaşı ve çavuş rütbeleri kazandı. 1923-38 arası  on beş yılı kocası doktor Adnan Adıvar'la Avrupa ve Amerika'da geçirdi. Döndükten sonra Edebiyat Fakültesi'ne, İngiliz Edebiyatı Profesörü oldu. Milletvekilliği yaptı. Kısa süren bir hastalıktan sonra vefat etti. Merkez Efendi mezarlığına gömüldü.


İlk yazıları 1908 den sonra "Halide Salih" imzasıyla yayınlanmıştır. Roman, makale, piyes ve edebiyat tarihiyle ilgili eserleri vardır. Kendi milli kimliğimizden kopmadan Batılılaşma ideali, temel düşüncelerinden biri olmuştur. "Sinekli Bakkal" romanı 1942 de "Cumhuriyet Halk Partisi"  tarafından konulan, roman ödülüne lâyık görülmüştür. 

Başlıca eserleri şunlardır: Dağa Çıkan Kurt, Seviye Tâlip, Raik'in Annesi, Handan, Yeni Turan, Son Eseri, Ateşten Gömlek, Kalp ağrısı, Zeyno'nun Oğlu, Vurun Kahpeye, Sinekli Bakkal, Yolpalas Cinayeti, Tatarcık, Döner Ayna

HALİDE EDİP ADIVAR'DAN ÖRNEKLER:

Sultanahmet Mitingi

16 Mayıs 1919 günü Halide Edip, Kolejdeki İngilizce hocası Miss Dodd'la bir telefon konuşması yapar. Miss Dodd, kendisine, İzmir'in Yunanlılar tarafından işgâl edildiğini bildirir. Bu sırada memleket ezici, kahredici bir havanın baskısı altındadır. Utanç verici bir mütareke yapılmış, İzmir işgâl esnasında kanlı olaylara sahne olmuş, birçok yüksek rütbeli subay ve sivil şehit edilmiştir. Üsküdar Kız Koleji'nde yapılan umumi bir toplantının ertesi günü, Türk Ocağı Merkezi'nden Halide Edip'e, İzmir işgâlini protesto etmek için hazırlanan mitinge davet gelir. Halide Edip'in de söz aldığı tarihi Fatih mitingi, mahşeri bir kalabalık önünde yapılır. Birçok hatip konuşur. Miting sonunda alınan bir kararla, Darülfünunu'ndan iki talebe ile Halide Edip'ten müteşekkil bir heyetin saraya giderek Padişah'tan milletini tutması istenecektir. Halide Edip, imanlı ve kararlı her genç gibi, bu millet vazifesini kadın omuzlarına medeni bir cesaretle yüklenecektir...

Halide Edip anlatıyor:

Yıldız'a çıkan yokuşun nihayetindeki saraya geldiğimiz zaman lâmbalar yanmıştı. Buralarda çocukken ne kadar dolaşmış ve oynamıştım. Sarayda, siyahlar giyinmiş bir kâtip bizi kabul salonuna götürdü. Çocuklara ve bana şüphe ile bakıyordu. Kendi kendime, "Acaba Padişah, tıpkı Louis XIV gibi halktan gelen herhangi bir şeye karşı sinirleniyor muydu?" diye sordum. Herhalde mitingin haberleri saraya gelmiş olacaktı ve tabiî kudretini irsî ve ilahî zanneden bir hükümdar buna sinirlenebilirdi.

Birisi bahriyeli olmak üzere iki tane yaver bizi büyük bir samimiyet içinde kabul ettiler. Galiba onların kalbi bizden yanaydı. Padişah birinci mâbeyincisi Yaver Paşa güya özür diler gibi ellerini oğuşturarak yanımıza geldi. Bilhassa genç talebelerden çekinir görünüyordu. Yaver Paşa Padişah'ın yanına birkaç defa girip çıktı. Nihayet, büyük bir esefle Padişah'ın hasta olduğunu, bundan dolayı bizi kabul edemiyeceğini, fakat evlâtlarının arzularını dikkate alacağını söyledi. Yaver Paşa kendi adına da gayet nazik sözler ilâve etti. Fakat talebe: "Bizi halk gönderdi, mutlaka kabul edilmek isteriz" diye birkaç defa ısrar etti. Bu, Yaver Paşa'yı tabii çok üzüyordu. Ona, Padişah'a emir verir gibi haber gönderen bir gençlik, çok kötü tesir yapmıştı. Ben sadece, halkın arzusunu söyledikten sonra, hep birlikte saraydan ayrıldık. Yıldız yokuşunu inerken, bu yerlerin Abdülhamid zamanına nispeten ne kadar boşalmış ve toz toprak içinde olduğunu gördüm. İçimde Osmanlı Hanedanı'nın son günlerini yaşadığı hissi hâsıl oldu.

Bunu takibeden cuma günü Haydarpaşa Tıp Fakültesi talebesi ve Kadıköylü'ler orada da konuşmamı benden istediler. Fırtınalı ve yağmurlu bir gündü. Fakat bu, halkın orada toplanmasına mâni olamadı. Ben yine Belediye binasının balkonundan konuştum. Önümde bir şemsiye denizi çalkalanıyordu. Arada bir, suların arkasından bazı yüzler de görebiliyordum. Yağmur devam etti ve halk üç saate yakın, oradan ayrılmadı.

Bu miting de Fatih mitinginin hemen tekrarından ibaretti... Bu aylar benim için daima açıkta konuşmakla geçti. O ayın daha sonraki cuma günü Sultanahmet mitingi oldu.

Bu, 6 Haziran 1919 a rastlar. Sultanahmet Meydanı'na Fuat Paşa Türbesi sokağından girdim. Yanımda kaç kişi vardı, beni kim götürüyordu, bilemiyorum. Kalbim o kadar atıyordu ki, yürürken sallanıyordum. Fakat meydanın başına gelip de kalabalığı görünce bana sükûnet geldi. Sultanahmet Camii'nin minareleri mavi boşluğa yükselen ilâhi bir sanatkârın elinden çıkmış beyaz neyler gibiydi. Minarelerin dar şerefelerinden siyah bayraklar havada dalgalanıyordu. Caminin önünde, yerde yüksek bir kürsü vardı. O da siyah bir örtüyle kaplıydı. Kürsünün önünde Wilson'un on ikinci prensibini temsil eden bir yazı vardı. Sade meydan değil, tâ Ayasofya'ya kadar insan doluydu. Halk o kadar sıkışmıştı ki hareket edemeyecek bir halde idi. Kalabalığın iki yüz bin kişi olduğu söyleniyordu. 

Bu kımıldanamayacak kadar sıkı olan kalabalıktan başka, caminin demir parmaklıkları, damları, kubbeleri dahi insanla doluydu. Nasıl o kürsüye yaklaşabildim, farkında değildim. İki yanımda, iki önümde, dört süngülü asker bana yol açıyordu. Bunların gösterdiği bir kardeş sevgi ve itinasını ömrüm oldukça unutamayacağım. Acaba, bunlardan beni oraya götürmeleri istenmiş miydi? Yoksa kendi kendilerine mi gelmişlerdi, bilmiyorum. Kürsünün önüne geldiğim zaman hayatımın en önemli dakikalarından birini yaşadığımı hissettim. Vücudumun her zerresi elektriklenmiş gibiydi. Bu hal herhangi başka bir zamanda beni derhal öldürebilecek kudretteydi.  Fakat o an benim için unutulmaz bir tecrübedir, çünkü hiç sesi çıkmayan bu iki yüz bin kişinin ıstırabını bana aşılamıştı.

İnanıyorum ki, Sultanahmet'teki Halide her günkü Halide değildir. Bazan en mütevazi ve tanınmamış bir insanın, büyük bir milletin büyük idealini temsil edebileceğine inanıyorum. O günkü Halide'nin kalbi bütün Türk kalplerinden gelen hisle atıyor ve Halide'ye gelecek yılların faciasını duyuruyordu.

Minarelerden yükselen salâ seslerine kalabalığın "Allah-ü Ekber, Allah-ü Ekber, Lâilâhe illâllah, Vallah-ü Ekber Velillah-ül hamd" sesleri katılıyordu. Halide bu harikulâde teraneyi dinlerken kendi kendine şunları söylüyordu:

"İnsanlığın kardeşliğini ve barışını ifade eden İslâmiyet ebedidir. Bâtıl inançlar ve dar görüşler İslâmiyet değil. Allah'tan gelen gerçek İslâmiyet. Ben bugün onun en yüksek noktasını ifade etmeye mecburum. Türkiye, benim zulme uğramış milletim de ebedidir. O öteki milletlerde olan kusur ve faziletlere sahip olmakla beraber, hiçbir maddi kuvvetin yok edemeyeceği mânevi bir kudrete de sahiptir. Ben bugün onun zirvesini anlatmalı, insanlığın kardeşliğini ifade eden ruhunu vermeye çalışmalıyım."

Halide'nin sesinin belli bir noktadan ileri gitmediğine eminim. Bu yüz binlerce halk için o sadece kara bir noktadan ibaret kalmıştır. Fakat bu insan denizi içinde insanı ürküten mutlak bir sükût vardı. Belki herkes kendi içinden gelen sesi dinliyordu. Halide ise o günün, kelimesiz gelen bir mesajın,  bir medyumundan ibarettir.

Önce minarelere hitabederek onlardan şanlı tarihimizin devam ettirilmesini istiyordum. Bu konuşmamın bir cümlesi millet arasında vecize yerini aldı: "Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır." Bunu söylerken Halide, demokrat esaslara bağlı hakiki bir Müslüman milletin hissini ifade ediyordu. Nihayet, Halide onların aşağıda söyleyeceğim esaslara bağlı kalacaklarına iki defa yemin etmelerini teklif etti.
  1. İnsanlık ve adalet esaslarına sadık kalmak
  2. Herhangi şartlar altında olursa olsun, hiçbir kuvvete boyun eğmemek.
Binlerce ses bir uğultu halinde "Yemin ediyoruz" diye cevap verdi. Gök gürlemesini andırır insan sesleri yükseliyor ve Halide'nin ayakları altındaki kürsüyü sarsıyordu. Aynı zamanda itilâf kuvvetlerine bağlı uçaklar minarelerin arasından uçuyor, kalabalığı teftiş eden bir polis vazifesi görüyordu. Âdeta bir dev arı gibi vızıldayan bu makinalar korkutmak istiyordu. Fakat hiç kimse maddi bir kuvvetten haberdar değildi. Herhangi halkın, bazan yüreğine ölüm korkusu üstünde bir his gelebilir. İnanıyorum ki o gün, şayet uçaklar ateş açmış olsaydı, bu yeni mücadele ruhuyla kendinden geçen halk bundan haberdar olmayacaktı. Nihayet, Halide, kürsüden aşağı baktığı zaman, önünde bir sakat asker kalabalığı gördü. Hepsi itina ile giyinmişlerdi. İçlerinden bir genç grup kürsünün önünü almış, kalabalığın oraya girmesine mâni oluyordu. Bu kürsüye en yakın olan yarım insan dairesinin arasında Fransız üniformalı, yakışıklı, ince yüzlü bir adam vardı. Bu, General Foulon'du. Fransız doğan bu adamın yüreği o gün Türk'dü ve bütün Türk gençleriyle beraber onun da gözlerinden yaşlar akıyordu. 

Bu gerginlik, aşağıdaki genç bir Darülfünunlunun sesiyle kırıldı. Birdenbire: "Milletim! Zavallı Milletim!" diye bağırarak hıçkırmaya başladı ve birdenbire düşüp bayıldı. Bu Halide'yi içine düştüğü vecitten çıkardı ve kürsüden inerek o da yardımına koştu.

Burada hâtıratımı tekrar birinci şahsa çeviriyorum.

Kürsünün merdivenlerinde yeşil sarıklı bir adam oturuyordu. Alelâde Anadolu'lu bir hocaydı. Top sakallarından aşağıya doğru göz yaşları akıyordu. "Halide Hanım, Halide Hanım, kızım" diye ağlayarak ellerinden yakaladı. Ben onu kürsünün merdivenine oturtarak, yanına oturdum. İhtiyar, başı ellerimin üstünde, ağlamaya devam etti. Ben de ağlıyordum, fakat arkasını okşayarak yukarısını gösterdim: "Git dua et!" dedim. O da yukarı çıkarak, kürsüden Türkçe olarak memlekete dua etti ve bu suretle miting sona erdi.

Nutku hazırlamamış ve yazmamıştım. Bir hafta geçtikten sonra tesadüf ettiğim hocam Miss Dodd bana çıkıştı ve dedi ki: "Sultanahmet'teki mitingte senin Hristiyanları öldürmeleri için halka yemin ettirdiğini söylediler." Ben de buna karşılık olarak bu nutkun bazı parçalarını alan gazetelere va hâfızama dayanarak onları ingilizceye tercüme ederek gönderdim. Yani burada vereceğim, sadece o nutkun mealidir. Şimdi okurken biraz drama kaçtığını görüyorum.

Nutuk şudur:

Kardeşler!, Vatandaşlar!
Yedi yüz yılın şerefi, göğe yükselen bu minarelerin tepesinden Osmanlı tarihinin yeni faciasını seyrediyor, bu meydanlardan çok zaman alay halinde geçmiş olan büyük atalarımızın ruhuna hitabediyor, başımı bu görünmeyen ve yenilmez ruhlara kaldırarak diyorum ki: Ben İslâmiyet'in bedbaht bir kızıyım ve bugünün talihsiz fakat aynı derecede kahraman anasıyım. Atalarımızın ruhları önünde eğiliyor, onlara bugünün yeni Türkiyesi adına hitabediyorum ki, silâhsız olan bugünkü milletin kalbi de onlarınki gibi yenilmez kudrettedir. Allah'a ve haklarımıza iman ediyoruz.

Kardeşler, evlatlar! Size dünyanın verdiği hükmü dinleyiniz: Avrupalı İtilâf Devletleri'nin tecavüz siyaseti bazan hıyanetler ve daima haksız olarak Türkiye'ye çevrilmiştir. Eğer ayda ve yıldızlarda da Türkle Müslüman bulunduğunu söyleseler oralara da istilâ orduları gönderirlerdi, Nihayet hilâli parçalamak için ellerine bir fırsat geçmiştir. Bu kararlarına karşı bizi tutacak hiçbir Garplı kudret yoktur. Bu meselede, bu insani olmayan karara katılmayanlar da aynı derecede belki daha da mesuldürler. Onların hepsi, insan haklarını ve millet haklarını müdafaa için bir mahkeme kurmuşlar, fakat orada yenilenlerin parçalanması hükmünü vermişlerdir. Türklere günahkâr diyen bu kimselerin kendileri o kadar günahkârdırlar ki, okyanusun suları onları temizleyemez.

Bir gün gelecektir ki, daha büyük bir mahkeme, milletleri tabii haklarından mahrum bırakanları mahkûm edecektir. O mahkeme bugün bizim aleyhimize olan devletlerin fertlerinden teşekkül edecektir. Çünkü, her ferdin içinde ezeli bir hak duygusu vardır ve milletleri meydana getirenler de fertlerdir.

Kardeşler, Evlâtlar! Beni dinleyiniz. Sizin iki dostunuz vardır: Müslümanlar ve haklarınız için seslerini bir gün yükseltecek olan medeni milletlerin fertleri. Birincisi bugün sizinle beraberdir. İkincilerse, bizim şaşmaz olan gayemizin hakkını er geç anlayacak olan fertlerdir. Hükümetler düşmanımız, milletler dostumuz ve kalbimizde haklı isyan kuvvetimizdir. Bütün milletlerin haklarını kazanacağı gün çok uzak değildir. O gün geldiği zaman, bayraklarınızı alınız, bu maksat için canlarını veren kardeşlerimizi ziyaret ediniz. Şimdi yemin edin ve benimle beraber tekrarlayın:

Yüreğimizdeki mukaddes heyecan, milletlerin hakları ilân edilinceye kadar devam edecektir.

                                                                                  HAYAT:  1960


Kâtibim

Ankara'da geçen hafta erkenden kahvaltı ederken, önümdeki küçük bahçenin yeşil bir kameriye halini alan ve aralarında leylâkların koyu mordan eflâtuna kadar yer yer bir renk senfonisi havasını verdikleri bahar tezeliğini gözlerimle içerken, kulağıma genç ayakların baso tutarak yürüdüğü neşeli bir hava çalındı:

"Üsküdara gider iken bir mendil buldum
Mendilin içine lokum doldurdum,
Kâtibimi arar iken koynumda buldum.
Kâtip benim, ben kâtibin el ne karışır,
Kâtibime kolalı da gömlek ne güzel yaraşır"

Küçük sokakta bu hava bahar rüzgârı gibi geçti ve beni İstanbul'un yarım küsur asır evvelki hayatının ortasına fırlattı. Kolejin iptidai kısmına giderken, çarşıda dolaşırken ve beni İstanbul tarafına geçirdikleri zaman hep bu havayı işitmiştim, "Kâtibim". İstanbul'un o eski hayatını her mevsimde, az çok yaşanmış vakalardan alarak bir türkü yarattığı, bu türkülerin bütün şehri sardığı günlerde yaşıyordum.

Bu türkü o zamandan beri bütün dünyayı dolaştı, hâlâ da Garbın bazı popüler havalarında "Kâtibim"i işitmek mümkündür. Bu hava, ekseriyetin mintan giydiği günlerde, nasılsa kolalı gömlek giyen yakışıklı ve genç bir kâtibin etrafındaki kadınlara yaptığı tesirden mülhem olarak halk tarafından kimbilir böyle taze bir bahar gününde yarı alaylı, yarı neşeli bir anda uydurulmuştu.

Şarkı, yaşlı bir dul kadının aşk macerasından doğmuştu. Yaşlı demek ne dereceye kadar doğru olur bilmiyorum, çünkü, o günlerde, İstanbul'umuzda, otuzuna basan her müslüman kadın başına yemeni bağlayarak yaşlılar sınıfına girerdi. Eğer girmezse ve hâlâ modaya uygun giyinirse işte böyle türkülere mevzu olurdu. Ve kâtibe âşık olan dul kadın da galiba bu fasîleden hoş bir hatun olsa gerekti. Kâtibin mahallesinde oturan bir kadın, büyük anneme bu hikâyeyi anlatırken işitmiştim:

Zengin bir dul kadın, mahallesindeki genç, fakat evli bir kâtibe gönül vermişti. Bu hâdise, kâtibin mintan giydiği günlerde mi, yoksa kolalı gömlek giydiği zaman mı olmuştu pek kestiremiyorum. Çünkü bir rivayete göre, kolalı gömlek dul kadının sayesinde giyilmişti. Her halde dul kadın bugünün en modern kadınına hasedinden parmak ısırtacak derecede ekstra modern davranmıştı. Şöyle ki, kadın derhal kâtibin genç karısıyla müzakereye girişmiş, kadına bağlayacağı dolgun bir maaş mukabilinde genç kâtibi paylaşmasını teklif etmiş, yani kâtibin ikinci karısı olması için, birinci karısıyla anlaşmıştı. Genç kadın da anlattıklarına göre, yaşlı dulun servetine vâris olmak emeliyle teklifi derhal kabul etmişti. Kolalı gömlek belki bu ikinci evlenmeden sonra giyilmiş ve her halde kâtip işine, tek atlı açık ve hususi bir arabada gidip gelmeye başlamış, genç karısıyla küçük çocuğu da her gün canfes, atlas esvaplar giymeye başlamışlardı. Her tarafı memnun eden ve sulh içinde geçen bu kalp macerasının pratik bir şekilde halli âdeta Marshal plânının gayesini hatırlattığını da kendi kendime gülerek düşündüm.

Acaba bu vakayı bir romancı ele alsa nasıl yaşatırdı? Bu, romancının, eğer bir tek ekole bağlı ise, ona ve aynı zamanda mizacına ve vakayı ele aldığı zamanki ruh hâletine bağlıdır. 

Realist ve kötümser: Kâtip ve karısını, hislerini ve en mahrem taraflarını satan iki aşağılık mâhluk. Yahut kâtip, karısının hattâ bütün muhitinin içinde, iradesiz ve istenilen yere sürüklenen aptal bir kuzu. Karısı zihninde, yaşla dolu rahmet-i Rahman'a süratle kavuşturmak için çareler düşünmektedir. Roman belki de dul kadının kâtip tarafından bilerek veya bilmeyerek, ikinci karısı tarafından verilen bir ilâçla zehirlenmesiyle biter.

Paul Bourget vari psikolojik romancı: Kâtibin karısı evvelâ paraya tamah etmiş, fakat kâtibin her akşam başka bir kadınla koyun koyuna yattığını düşünerek muhayyilesinin doğurduğu bin bir aşk manzarasıyla kalbi didik didik olmuş, bin bir karışık vaziyet hâsıl olmuş, saç yolmaları, ağız dalaşları ve sinir buhranları kâtibe mintan giydiği, yayan yürüdüğü günlere hasret çektirmiş. Bilhassa, dul hatunla yatarken, genç karısını içi sızlayarak hatırlamış, fakat dul kadının bahsettiği dünyalığı haketmek için bir hayli sıkıntı çekmiş. Dul kadının kendine gelince; o da bir çok cephelerden alınabilir. Onun da dünyaya meydan okuyan hali vardır. Kâtip onundur artık, bunu servetini feda, hâttâ dile düşmek tehlikesini göze alarak yapmıştır. Fakat onun da içinde bir kıskançlık kurdu vardır. Kâtibin mahmur gözlerinde zaman zaman kendini göremeyen bir dalgınlık vardır. Çünkü, "Kâtip uykudan uyanmış gözleri mahmur"
cümlesi, kâtibin dalgınlığını, mahmurluğa atfetmek istediğini gösteriyor. Her halde dul hatun da için için belki kendisini yer durur. 

Bütün roman ekollerini karıştıran diğer bir romancı: Kâtip yakışıklı bir delikanlıdır, fakat kaz kafalı bir mahlûktur. Dul kadının mahmur telâkki ettiği gözleri bomboştur. Genç karısı bu ahmak gençten usanmıştır. Belki de aynı zamanda genç kadının pencereden veya sokakta fistakozluk ettiği yani eski İstanbul tâbiriyle "flört" ettiği hinoğlu hin külhani bir sevgilisi vardır. Bıyık burmalar, göz süzmeler, Hıdrellez günlerindeki niyet beyitleri gibi imalı söz atmalardan sonra, delikanlıyı içeri almak için dul kadının teklifini canla başla kabul edivermiştir. Zavallı kâtip dul hatunu memnun etmek için ter dökerken, genç karısı evde sevdalısıyla kâtibin vaziyetine gülüyorlar, kadın ortağı ile konuşurken enayi kâtibe karşı hayranlığını ifade eden taraflarının taklidini yapıyor... Saire ve saire... Her halde,

"Katibimin evi hamama yakın
Kâtip hamamdan çıkmış kâtibe bakın
Sağına soluna hamayili takın!"

Bu mısralar ya, yaşlı dulun, kâtip hamamdan çıkarkenki güzelliğini pencereden seyrederken, "Allah nazardan esirgesin" diye dua ettiği zihniyeti veyahut da genç kadının yaşlı ortağına böyle bir zihniyet atfederek eğlendiğini ima ediyor. Her halde, nakarattan dul kadının hiç de aptal olmadığı, istediği şeyi pratik ve gürültüsüz bir metotla elde ettikten sonra, artık dünyaya meydan okuduğu anlaşılıyor.

Her halde eşsiz İstanbul, bu vakayı, bin bir ukalâ romancının fevkinde, beş-on beyit içinde, zarif ve manidar imalarla yaratmış, her kulağa hoş gelen bir halk havasını dünyaya hediye etmiştir.

Bunu düşünürken biraz İstanbulluluğum kabardı. İstanbul payitaht olduğu günlerde mağrurdu, nemelâzımcı bir zihniyet taşırdı. Kendi kendisiyle alay eder, diğer bölgelerle pek meşgul olmazdı. Belki fırının başı, memuriyet dağıtan merkez olduğu için herkes İstanbul'a karşı iki büklüm olurdu. Bu vaziyet, başşehrimiz başka yere geçince değişti. Bütün Türkiye, hattâ bazan Anadolu çocukları İstanbul'u hor görmeye, İstanbul'un hattâ ortadan kalksa hayırlı bir şey olacağına dair ileri-geri konuşmaya başladılar, fakat İstanbul'un başşehir olmaktan çıkmasını zaruri görenlerden olmama rağmen İstanbul'un hor görülmesi bana acı geldi. Gerçi siyasi bölgeciliğe inanmam ve muzır telâkki ederim. Fakat İstanbul'un harsi fikir ve ilim verimi ile ortaya attığı eserleri, sanat sahasında bütün zaman için mevkii olan âbideleri, bilhassa günlük hayatının, zihniyetinin hususiyetleri ile Türkiye'mizin memleket içi ve memleket dışı tanınmış bir bölgesi olduğuna inanırım. Bundan dolayıdır ki, çeşitli manzaralarına, güzel ve yumuşak renklerine, toprağının emsalsiz inhinalarına ve bu zemine uyan resmi ve hususi kubbeli ve kubbesiz binalarına gönlüm bağlıdır. Ve bundan dolayıdır ki, bunların güzelliğini bozan aykırılıklar gözüme batar. Süleymaniye'nin önüne yapılan Patoloji Enstitüsü'nün mimarisi, güzel bir gözdeki çirkin bir arpacık gibi görünür: Beyazıt âbidelerinin ortasında, ancak sert yaylalara, hatları düz ve keskin renkleri göz kamaştıran bir muhite yaraşabilecek ve biraz gök tırmalayan Amerikan binalarını veya ticaret şehirlerinin iş merkezlerini hatırlatan yeni üniversite camiasının mimarisi de gözüme batıyor. Bütün bunlar, bu sert hendesi ve eskin hatlar bu inhinalar camiasında, büyük ve ağır bir "oratoryum" içine sıkışmış caz havaları gibi geliyor. Diyorum ki, acaba neden, Amerika gibi genç bir millet, gök tırmalayanlarla şimalini doldururken, Santa Barbara gibi bir Pasifik deniz kenarındaki şehrini, kubbeli inhinaları küçük binalı, eski İspanyol sanatını ihya eden âbidelerle dolduruyor da, bizim gibi asırlardan beri mimaride yüksek bir mevkii tutan, zevkini dünyaya tanıtmış olan bir millet, kubbeler ve inhinalar arasına bu sert tatlı binaları sokuyor?

Hele türkü ve şarkı... Aksaray sokaklarında vaktiyle senede kaç defa yerli hayatımızın iç yüzünü canlandıran havaları her mevsimde işitirdik. Halbuki bugün, Aksaray'da en çok sinemalarda duyulan caz havaları söylenir. Gerçi, dünya o kadar birbirine yaklaşmıştır ki, dünyanın bir tarafında çıkan bir türkü mutlak öbür tarafında duyulacaktır. Fakat bunların arasında neden yerli ruhumuz uyumuş, bizi ifade eden halk musikisi uyuşmuştur? Neden dünyanın öbür tarafına kadar gidecek küçük "Kâtibim" havalarını yaratmakta bu kadar hasis olduk?

Bunları düşünürken, kendi kendimi kontrola alışık olan bir ses içimden: "Yoksa sen de mi bir İstanbul bölgecisi oldun?" diye sordu.

Hayır, fakat memleketimizin en mütevazi ve ismi duyulmamış parçasında, en yüksek ve tarihi şehirlere kadar harslerinin mahsûlü olan şeyler vatanın zengin terkibi içinde aynı derecede mühim malzemelerdir. Bundan dolayı folklor tetkik ve tespitini faydalı görüyorum. Meselâ İstanbul'un, şuh, zarif ve her dem taze tarafını ifade eden "Allı yemenim, morlu yemenim" türküsü bana ne kadar zevk verirse, uzak Anadolu'nun "Yeşil kurbağalar öter göllerde" havasındaki derin hasret, hüzün o kadar kalbimi yerinden oynatır. İstanbul'da mütemadiyen "Urfa gecesi", "İzmir gecesi", "Trabzon gecesi" diye bu illerin türküsünü, hayatını temsil eden akşamlar vardır. Fakat neden İstanbul, vatanın bu ahenk zenginliği içinde yer almıyor? İstanbul'un bu vatan ahengi içinde sesi işitilmemesi bir eksiklik, hem de mühim bir eksiklik yapmıyor mu? Bunun için "Kâtibim" türküsünün uyandırdığı şeyler arasında bir de "İstanbul gecesi" hasretini duydum ve İstanbul'lu şairlerin, musikişinasların, hattâ muharrirlerin biraraya gelerek bir "İstanbul gecesi" tertip etmeleri ve bunu baştan başa (İstanbul'dan sonra) Anadolu'muzun mühim şehirlerinde tekrar etmek arzusunu hissettim.

Bakın bir "Kâtibim" türküsü bir İstanbullu'yu nereden nereye sürükledi!