11 Nisan 2015 Cumartesi

ÖMER SEYFETTİN, HİKÂYE VE BİYOGRAFİ

ÖMER SEYFETTİN  (1884 - 1920)

Gönen'de doğmuştur. Edirne Askeri Lisesi'nden sonra, İstanbul'da Harp Okulu'nu bitirdi. Jandarma teğmeni olarak, önce İzmir'de, üsteğmen rütbesiyle de Rumeli'de sınır bölüğünde çalıştı. 1910 yılından sonra askerlikten ayrılıp Selânik'te arkadaşlarıyla "Genç Kalemler" dergisini çıkarmaya başladı.

Balkan savaşı çıkınca, yeniden subay oldu. Yanya kuşatmasında Yunanlılara esir düştü. Bir yıl sonra İstanbul'a dönünce askerliği tekrar bıraktı. Kabataş Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği ve hikâye yazarlığıyla geçimini sağladı. Şeker hastalığından İstanbul'da vefat etti. Önce Kuşdili'nde Mahmut Baba mezarlığına gömüldü, sonra Zincirlikuyu Asrî Mezarlığa nakledildi. Ömer Seyfettin Türkçeci ve milliyetçidir. Hikâye kitapları seri halinde basılmıştır.

Hikâyeleri: İlk Düşen Ak, Yüksek Ökçeler, Bomba, Gizli Mabet, Efruz Bey, Beyaz Lâle, Mahçupluk İmtihanı, Dalga


ÖMER SEYFETTİN'DEN ÖRNEK:

Velinimet

Geçen gün hava güzeldi. Logaritmacı Hasan'la Hürriyet Tepesi'ne gittik. Daha kış uykusundan uyanmamış sisli Kâğıthane'ye, mavi, mahmur Haliç'e yükseklerden baktık. Hasan hemen Lâle Devri'ne dair söz söylemeye başladı.

"Hocam, bırak şu geçmişi dedim, hâle bakalım. Bu yaz acaba buralarda eğlenecek miyim?"

"Kâğıthanede mi?"

"Evet"

Kır düşmüş kalın kaşlarını kaldırdı. Parlak siyah gözleri, sanki derinlerden dışarı çıktı. Ağır kafasını salladı:

"Sen deli olmuşsun" dedi.

"Niçin?"

"Ayol, bir kuzu, o eski devrin on lâle soğanından daha pahalı...

* * *

Tenha yolun esmeyen bir rüzgâr gibi serin serin duyulan temiz havasını kokluyordum. Karşımızdan bir otomobil geldiğini gördük. Şosenin kenarına çekildik. Bu, canlanmış büyük bir piyano kadar parlak, siyah ihtişamlı bir arabaydı. Yanımızdan hızla geçti. Billûr camlarının arkasındaki güzel kadınla genç erkeğin çehreleri, tıpkı bir hayâl gibi sâkin duruyordu.

Sonra keskin bir benzin kokusu... Arkamızdan bir ses geldi:

"Hasan Bey..."

İkimiz de birden döndük.

Otomobil durmuştu. Ben kim olduğunu sormaya vakit bulamadım. Siyah paltolu, kesik bıyıklı bir genç, bize doğru koşuyordu. Onun şıklığı, sanki beni manyetize etmişti. Geldi, Hasan'ın ellerinden tuttu. İki eliyle sarsarak sıktı.

"Nasılsın velinimetim?"

"Çok iyi..."

"Ne arıyorsun buralarda?"

"Biraz hava alıyoruz, işte..."

Ben, şaşırmıştım. Birdenbire logaritmacının, ana tüyleri dökülmüş, kahverengi paltosuna bakarak; bu gencin nasıl velinimeti olabileceğini düşündüm.

"Nasıl bir milyon yapabildin mi?"

"Ehemmiyetsiz vallahi... dört yüz bin liram var."

Kulaklarıma inanamayacağım geldi.

"Çalış, daha çalış" dedi

"Çalışacağım. Sen benim velinimetimsin. Sana ölünceye kadar minnettarım."

"Estağfurullah"

"Vallahi her yerde, herkese söylüyorum. Sen bana akıl vermeseydin, ben gene eskisi gibi sürünecektim."

"Canım senin talihin varmış. Ben sana para yerine nasihat verdim. Bir söz söyledim. Bir sözden ne çıkar?"

"Bir söz, ama pir söz..."

Hayretten donakalmıştım. Dilim tutuldu. İleride duran otomobilin arka penceresinden bir kadın hayalinin kımıldadığını farkediyor, şık gencin logaritmacı ile konuştuklarını dinliyordum. Kadın nişanlısıymış. Kimin nesi olduğunu söyledi: İstanbul'un en kibar, en eski, en yüksek bir ailesinin ismini işitiyordum. Otomobilini üç bin liraya almış... Susuyor, bakıyordum. Boyu uzundan biraz kısaydı. Yahut semizliğinden öyle görünüyordu. Hasan'la vedalaştı. Bana da başı ile bir selâm verdi. Ben hâlâ kendimi toparlayamıyor, bir şey soramıyordum. Oto büyük bir gürültüyle kaçtı.

"Bu kim? dedim, sen bu dört yüz bin liralık adamın nasıl velinimeti oluyorsun?"

"Anlatayım", diye güldü.

"Söyle bakalım"

"Bu genç, benim Selânikteyken uşağımdı" dedi

Durdum, bir adım geri attım:

"Uşağın mıydı?" diye haykırdım.

Logaritmacı her vakitki soğukkanlılığı ile elleri arkasında, yürüyerek cevap verdi:

"Evet uşağımdı. Bir gün Eminönü'nden geçiyordum. Bir de baktım bizim Ahmet... öpmek için elime sarıldı. Üstü başı dökülüyordu. Ne yaptığını sordum, 'Hiç' dedi 'boştayım.' Sonra sıkılarak benden bir mecidiye istedi. Niçin; ne sebeple para vereceğimi sordum. 'Vallahi iki gündür açım, bari beş kuruş ver. Bugün karnımı doyurayım' dedi. O vakit düşündüm. Bu çocuk da birçok muhacirler gibi serserileşmişti. İnceden inceye istintaka çektim. İki gün evvel karnını doyuracak paran var mıydı? diye sordum. 'Evet' dedi. Üç gün evvelsinden bir gün sonra aç kalacağını niçin düşünmediğini sordum, cevap vermedi, yere baktı. O vakit ona koton'u hatırlattım.

"Koton ne?" diye sordum.

"Koton, benim Selânik'teki küçük köpeğimin adı... Bu köpekte en bâriz, en kuvvetli seciye, -istikbâl endişesi- idi. Kendine verilen kemiklerin beşte birini bile yemez, gider bahçenin tarhlarına gömer, saklardı. Evet, en bol; en neşeli zamanında bile -yarını- düşünürdü. Kemikleri saklamak için çiçekleri, tarhları bozuyordu. Çok dövdük, azarladık. Bir türlü bu endişesinden vazgeçiremedim. Ahmet'e: Senin koton kadar hissin yok muydu? dedim.
Utandı, başını daha beter eğdi, önüne baktı. Cebimden bir kart çıkardım. 

Eyüp'te bir ip fabrikasının müdürü, sınıf arkadaşımdı. Ona bir tavsiye yazdım. Al, bunu götür, çalış, para kazan; ye... Kimseden para isteme!. dedim. Teşekkür etti. Ama gene yakamı bırakmadı. 'Bari iki kuruş verin, şimdi ekmek alayım, açlıktan ölüyorum' dedi. Az daha verecektim. Elimi cebime götürdüm. Birdenbire bu lüzumsuz merhametle kuvvetli bir gencin azmini kıracağımı düşündüm. Evet, sırf merhametle yapılmış bir yardım, halis bir cinayetten başka bir şey değildir. Kime acıyıp bir çalışma mukabili olmayarak yardım edersek onun azmini, iradesini dumura uğratıyoruz demektir. Elimi hızla cebimden çektim. Şuradan sap, soluna ilk gelen sokağa gir. Biraz yürü. Orada Kosova oteli vardır, sahibi ahbabımdır, benden selâm söyle, de ki; ben şimdi bütün oteli süpürmeye, yıkamaya hazırım, bütün oteli temizliyeyim, bana yirmi kuruş ver. O, bu pazarlığa razı olur, razı olmazsa ben kütüphanedeyim, gel, beni gör, sana bugün ekmek parasını getirecek bir iş bulurum, dedim. Reddetmedi, açlığı yüzünden belliydi. Gözlerinin altı simsiyahtı, dudakları bembeyazdı, baygın baygın bakıyordu. Yarım saat kadar kütüphanede bekledim, gelmedi. Ona birkaç ay sonra rasgeldim, hemen elime sarıldı, öptü. 'Eğer bana o gün ekmek parası verseydin, ben fabrikaya gitmeyecektim, bana ağır bir iş gördürdün; ama çalışmayı öğrettin. Çok minnettarım' dedi. Çabucak ilerlediğini, ustabaşı olduğunu, günde bir buçuk lira aldığını söyledi. Zaten istidatlıydı, yalnız azminin uyanması için hanyayı- konyayı anlaması icabediyordu. Ben ona anlattım. Her rasgelişimde onu daha değişmiş, daha akıllanmış, daha semizlenmiş gördüm. Sonra emeğini karşılık koyarak bir zengine ortak oldu. Fanilâ, çorap fabrikası açtı. Sonra muhtelif dairelere müteahhit oldu. Faaliyeti ile, doğruluğu ile, namusu ile kendini tanıttı. Zenginleştikten sonra kibirlenmedi de... Şimdi beni nerde görse koşar. 'Velinimetim' der. Sermayesinin esası olan azmi benden aldığını hiç unutmaz."

Rüştiye tahsili bile görmemiş, yalınayak, başıkabak bir uşak yamağının ip ameleliğinden ustabaşılığa, ustabaşılıktan fabrikatörlüğe, müteahhitliğe sıçradığını, müteahhitlikten otomobille milyonerliğe doğru koştuğunu görmek, bilmem niçin, bana acı geliyordu. Kıskanıyor muydum? Evet, ama niçin? Amerika'nın, en meşhur iktisat kralları da on parasız işe başlamamışlar mıydı? Muhakemem, mantığım, hissiyatımı düzeltemiyordu. Uzanamadığı ciğerin karşısında -pis- diye yalanan sıska bir kedi kadar zavallıydım. Kendimi tutamadım. Sanki bu zenginliğe, bu gayrete hiç ehemmiyet vermiyormuş gibi, istihkârla yüzümü ekşittim, başımı salladım: Yeni zengin işte... dedim. Logaritmacı durdu. Derin siyah gözlerini açtı:

"Ne o! beğenmiyor musun? diye güldü, kuruntuyu bırak, zenginlik bu, şarap değil yavrum!. Eskisi de bir yenisi de."

                                                                      (Yüksek Ökçeler'den)