12 Nisan 2015 Pazar

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU YAZILARI VE BİYOGRAFİ

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU (1889 - 1974)

Kahire'de doğmuştur. Hikâye ve romanlarıyla bu devrin en ünlü isimlerindendir. Yazarlık mesleği dışında, Dışişleri memurlukları ve milletvekilliği yapmıştır. "Fecr-i âti" topluluğu içinde bulundu. Servet-i Fünun, İkdam, Türk Yurdu, Resimli Kitap gibi dergi ve gazetelerde yazıları yayınlandı. Milli mücadeleye katıldı. Akşam ve İkdam gazetelerinde romanları tefrika edildi. Bazı arkadaşlarıyla "Kadro" dergisini yayınladı. "Ulus" gazetesinin başyazarlığını yaptı. Ankara'da vefat etti.

Yazılarında; değerler karmaşasını, nesiller arasındaki çatışmayı, Batılılaşmanın getirdiği yozlaşmayı ve aydın-köylü ilişkilerini inceledi. 

Romanları: Kiralık Konak, Yaban, Nurbaba, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Bir Sürgün, Panorama, Hep O Şarkı, Ankara.
Hikâyeleri: Bir Serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikâyeleri.
Hatıraları: Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Zoraki Diplomat, Politikada 45 Yıl

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU'NDAN ÖRNEKLER:

Erenlerin Bağından  

Şair Horatius'un Roma'da bir evi, biri Otica'da, diğeri Tivelli'de iki köşkü varmış. Dostlarıyla birlikte, konsül Tovillius devrinden kalma bir eski şaraptan içermiş. Büfesi gümüş takımlarla dolu imiş ve dünya hükümdarının vezirine, ara sıra şöyle dermiş: "Fakr-ü zaruret kaygılarından azadeyim ve eğer senden ey Maecenas, fazla bir şey istesem de muhakkak reddetmezsin". Bununla beraber yâran sohbetinde hazin şarkılar çağırmak, ömrü kısa çiçeklerden başa çelenkler yapmak, Falerna içkisinden tadarak ölümden bahsetmek ve kederli havalara savurmak en sevdiği eğlencelerdenmiş.

Benim dünya yüzünde ne yerim, ne yurdum var. Susadığım zaman herhangi bir çeşmeden avucumun çukurunda su içiyorum; gümüşle altını ağyar elinde görüyorum; ne vezirlerin dostu, ne şairlerin üstadıyım. Hazin şarkıların hiçbiri gönlüm kadar hazin değil. Başımı hiçbir çiçeğe lâyık bulmadım. Kederlerim pek ağır, rüzgârlarla dağılamaz. Ey şair, çünkü senden sonra çok şeyler oldu!

Vâkıâ söz meydanında, insanlardan hiçbirine seni ve senden evvelkilerini geçmek nasip olmadı. Fakat Roma'nın yerinde yeller esiyor. Sisli ve buzlu iklimlerden kurt postuna bürünmüş yabani sürüleri indi, Akdeniz kıyılarına kadar yayıldı. Gülümseyen beyaz putlarınızı kırdılar ve Kayzerlerin tahtlarını devirdiler. Eti damgalı esirler kanun yaptı. Forum'da, duvar diplerinde bit ayıklayan karışık kanlı, ağır kokulu yabancılar Patrisiyen'lerin yatağında yattı ve karılarını kucakladı ve uzakta ve Şark'ta bir köyün içinde acaip bir genç ilâh çıktı; benzi sarı, gözleri kara, bağrı çıplak, yalın ayaktı. Bu genç ilâh Romalı olmak şöyle dursun, hattâ bir azadlı köle bile değildi; lâkin Kayzer'in taptığı ilâhları birer birer yendi ve kendini insanlara kurban verdi!. O zamandan beri insanlar neş'e nedir, artık bilmiyor. Yastan yasa giriyor. Yeryüzünü içinde rüzgâr uğuldayan ormanlara benzer şehirler kapladı. Bu şehirlerde biz, yolunu şaşırmış sürüler gibiyiz, arasıra çobanın biri bu sürüleri arkasına takıyor. Oradan oraya, buradan oraya birçok sürükledikten sonra bir akşam karanlığında bir uçurum başında bırakıveriyor. Mabetlere küskün ilâhlar, tahtlara korkak hükümdarlar ve kürsülere vicdansız hâkimler oturdu. Sefalet, cehalet, nekbet bir kara deniz gibi yeryüzünü kapladı. Bu denizde gurur, hırs, tamah, adlı canavarlar dolaşıyor; sefalet ihtilâçlı mabetler kurduk. Bir ufuktan öbür ufka uzanan bahçelerde gezindik. Adalar kadar büyük demir ve çelikten gemilerle okyanusu doldurduk. Yüz kartal kanadından daha kuvvetli kanatlarla bulutların fevkine çıktık, melâlimizi avutmak için bin türlü eğlence, bin türlü zevk icadettik. Yirmi dört gün içinde, ilâhların en tezi Merkür'den daha tez, dünyanın bir ucundan girip öbür ucundan çıkıyoruz; şimdi Hind ormanlarında cevval parslar arkasından koşarken, şimdi kutup üzerinde buzlarla kayıyoruz. Türlü türlü deniz hayvanlarıyla yüz yüze geliyoruz. Bugün kıştayken yarın yaza geçiveriyoruz. Olimp ilâhları gibi mesafelerin, zamanın ve iklimlerin fevkinde yaşıyoruz. Her adımda, yolumuzun üstünde, çeşit çeşit, cins cins kadınlar var. Şimal'in uzun boylu, ince bacaklı, altın renginde kadınlarından tut da Afrika'nın saçları kıvırcık, derileri yumuşak ve dudakları etli şehevi mahlûklarına kadar hepsini bir anda ayağımıza getirtmek bizim için işten değil. Suriye sahilleriyle, Akdeniz adalarından gelmiş dolgun vücutlu, kalın kaşlı Yunani cariyelerinize dönüp bakmıyoruz bile... Seine kıyılarında, sevda oyunlarını en ilâhi sanatlar üstüne çıkaran yürüyüşü musıki, bakışı destan, gülüşü büyü, donuk benizli acaib kadınlar yetişti; bunların kolları boynumuza dolandığı günden beri Antuan'ın kudretli maşukasını âciz ve hakir buluyoruz.

Roma'nın azameti bizi artık korkutmuyor. Zaferlerinizin, hezimetlerinizin menakıbini eğlenceli birer masal gibi okuyoruz; zira Anibal'in filleri şimdiki orduların en küçük bir topu yanında karıncalar gibi kalır ve Caesar'ın sarayı Fransalı bir şarap tacirinin evine nispetle bir kulübedir.

Ve ey şair, Maecenas dediğin de kimdir? Her şehirde ondan yüzlerce var. Vahşi bir Amerikalı'nın bir saatlik eğlencesi, onun beş gecelik ziyafetinden daha pahalıdır.

Lâkin, o sen daha mesuttunuz. Bu ihtişam ve sefahat kıyameti içinden senin, Tiberus kenarındaki münzevi hayatını düşünüyorum ve biri Otica'da, öbürü Tivelli'de iki köşküm olmak, konsül Tovillius devrinden kalma bir eski şaraptan dostlarınla beraber içmek; dünya hükümdarının vezirine arasıra: "Fakr-ü zaruret kaygularından âzâdeyim ve eğer senden ey Maecenas! fazla bir şey istesem de muhakkak reddetmezsin!" demek; yâran sohbetinde hazin şarkılar çağırmak, ömrü kısa çiçeklerden başa çelenkler yapmak; Falerna içkisinden tadarak ölümden bahsetmek; ve kederleri havalara savurmak bana nasip olmadıktan sonra geriye kalan zevkler neye yarar diyorum ve bunun için susadığım zaman herhangi bir çeşmeden avucumun çukurunda su içiyorum. Gümüşle altını ağyare terkediyorum ve onun için ne vezirlerin dostu, ne şairlerin üstadı olmak istiyorum.

                                                                                       (Okun Ucundan)

Muradiye

Uhrevi sükûnetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler Bursa'da Muradiye türbesine gitsinler! Ölüm, yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların vadettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor; burada her dakika; bir meleğin kanadı gibidir, başımız üstünden hayatın bütün hummalarını; gussalarını, şüphe ve endişelerini silen yumuşak nemnâk bir tüy temasıyla geçer. Ey bîkarar gönül; dakikalara "dur!" diyebileceğimiz yer burasıdır.

Zira, buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde ebediyetin derin ve lâyetegayyer çeşnisini tadıyoruz; artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavîdanisine eriyoruz.

Dışarıda bıraktığımız şeyler ne kadar yakıcı, ne kadar acıdır! Sevgilinin bedeni ne çetindir! Dostun eli ne müz'içtir! Ana şefkati ne kasvetli, evlât muhabbeti ne zahmetlidir! Düşmandan intikam ve ikbalden kâm almak ne kadar gailelidir! Zafer ne zor, hezimet ne kadar müthiştir! Bedbaht!  burada kal; bu yeşilliğe gömül, bu havalara karış! Dehrin hay-ü huyundan sana ne!

*   *   *

Kendi kendimize böyle söyleyerak yarı belimize kadar gömüldüğümüz yeşilliğin içinde tabiatın hayatına karışırız. Ölüm, eğer bu yeşilliğin altında zerre zerre dağılıp erimekse, ölüm eğer, bizdeki özün bu otlardaki usareye damla damla karışması demekse, onu şimdiden özleyelim. Çünkü bu otlar bizden daha güzeldirler ve ömürleri bizim ömrümüzden daha uzundur. Tam altı yüz seneden beri, her bahar bu türbeleri sarıyor. İçerde yatanlardan birisi niçin bu otları yetiştiren kara toprağı beyaz mermere tercih etmiş?

Merkadinin kubbesinde niçin yağmurlara bir menfez bırakmış; türbedar yavaş bir sesle bize bu sırrı anlatıyor:

"Bahar olunca bu toprağın üstüne bir avuç arpa atarım. Kubbedeki açıktan rahmet yağar, güneş vurur, birkaç hafta içinde mezarın ortası yemyeşil olur."

Dünyayı fethe çıkan cihangirlerin son dileği böyle midir? Bundan mı ibarettir? Eğer böyle ise, bundan ibaretse biz ne isteyebiliriz? Biz ki ne atımız, ne kılıcımız, ne de tuğumuz vardır, ne arkamızdan yürüyen ordular sahibiyiz. Eğer bir tavus kuşunun kanadına benzeyen bu kapı saçağının altına kadar geldikse, bu bir tesadüf eseridir; takdir isteseydi bizi bir mezbeleye de sürükleyebilirdi. Zira boynumuzdaki zincirler kendi irademizden daha kuvvetlidir. Mezarlarını ziyaret ettiğimiz bu adamlar ise, hayatı kendi iradelerine ram ettikten sonra ölümü de kendi arzularına göre yapmışlar. Hâlâ ne diyorlarsa öyle oluyor. Murat "Merkadimin üstünü açık bırakın! Tâ ki rahmetle nurdan mahrum kalmayayım" demiş. Altı yüz seneden beri merkadinin üstü açıktır ve toprağı nur ve rahmetle münasebettedir. Bize kapıyı açan türbedar, o hükümdarın belki bininci, belki on bininci hizmetkârıdır, her gün emirlerini yerine getirmek için burada divan duruyor.

Ona sormak istiyorum:

"Şuracıkta bir köşeye kıvrılıp yatsam, bana da bakar mısın?"

Ve bir yıpranmış seccadenin üstünde diz çöküp kendi kendime şöyle diyordum:

"Dünya yüzünde ne bir bucağın, ne de bir bakıcın var! Nerede akşam olursa orada kalır bir serserisin. Yolunu hiç kimseler beklemiyor; seninle meşgûl olan bir kimse yoktur. İkide bir gamdan şikâyet edersin ve meserrete muhtacım dersin; kimin ne umurunda! Öldükten sonra rahmete muhtaç olacaksın, fakat o deryadan senin hissene bir katra düşmeyecek. Zira yeryüzünde bir sevap işlemedin. Zira, uhrevi saadete bile bir şekil veren şu faninin gördüğü işlerden daha güzel hayâller yarattın, lâkin bu hayâllerin gizli düşen ceninler gibi gün görmeden çürüyüp gitti, çünkü hepsi de kudretinden daha üstün hudutsuz bir ihtirasın mahsûlü idi"

*   *   *

Böyle düşünerek başı ucunda diz çöktüğüm ölünün serencamını kıskanıyorum. O en hudutsuz şeye, o hayâle, o rahmet ve gufran hissine vücut veren ve ebediyetin rükûdetinden bir türbe suretinde temessül eden bahtiyardır. Yaşarken dünyayı, ölürken ukbayı fethetmek istedi. Yaşarken takdiri hükmüne râmetmişti. Öldükten sonra rahmete emrediyor: "Sen şu kubbede açık bıraktığım yerden gir!" diyor; sükun ve rükûda emrediyor:

"Beni kaplayın, beni sarın! Nihayetsiz uykumu, bana nihayetsiz derecede tatlı kılın!" diyor ve rahmet kubbede açık bıraktığı yerden giriyor ve sükûn etrafını bir ananın kolları gibi sarıyor. Ah bu serin ve yeşil sükûn! Cenneti bundan başka tahayyül edebilir miyiz? Bütün bir milletin muhayyelesidir ki ona, asırlarca süren bir mürakebe sonunda nihayet bu sureti vermiş

*   *   *

Şu vahşi ve coşkun otların arasında san'attan bahsetmek bir küfürdür. Burada hepimiz işlenmemiş bir zümrüt külçesi içinde birer damla ruhuz. Eğer hariçteki seslerin bize kadar gelmesi mümkün olsa da bize sorsalar ki; "Güzellik nedir?" Hiç düşünmeden: "Bu yeşilliktir" diyeceğiz. Çünkü biz burada, herhangi bir şeye dışından bakmak hassasını kaybettik; yalnız bâtıni değil bâtın olduk. Biliriz ki bir "eseri san'at" bize bu hidayeti vermez.

                                                                              (Okun Ucundan)

Çanakkale'deki Kahraman

Belli başlı şahsiyetlerin familyalarıyla beraber Anadolu'ya kaçtıkları söyleniyor; hükümetin kıymetli hazine eşyasını Konya'ya naklettiği fısıldanıyor. Hatta bugün yarın Padişah'ın bile o vilayet merkezine sıvışacağı haberleri dolaşıyor. Fakat gene hiç kimse korkmuyor. İşte Adalar'la Kadıköy kıyılarına siperler kazıldı. İşte birçok gizli noktalara toplar konuldu. Demek ki düşmanın Boğazlar'dan geçmesi imkânı çoğalıyor. İş başında bulunanlar ise imalı bir tebessümle sırıtarak: "Her şey muhtemeldir" diyor ve kaçıp gitmek isteyenlere "kalınız!" diyen yoktur. Buna rağmen yüreklerdeki bu delice emniyet nereden geliyor? Halk, sanki devletin bilmediği bir sırra ermiş gibidir. Halk emin ve mutmaindir. Halk, binbir tehlike ile dolu Marmara'nın ufuklarına bir yeni sabahın doğmasını bekler gibi bakıyor. Nedir? Ona gaipten bir şey mi malûm oldu?

Evet, halk bizim bilmediğimiz bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey malûm olmuştu. Şu kupkuru resmi tebliğleri, şu gemli gazete ağızlarını, muttasıl bir nihai zaferden bahseden "İttihat ve Terakki" propagandasını bir yana bırakıp ona kulak verelim. İşte bir şeyler mırıldanıyor... Ne diyor? Bir rüya mı görüyor? En son haddine varan şu felâket sıtmasıyla mı sayıklıyor? Yoksa insanlığın ilkçağlarda olduğu gibi yeni bir efsane mi yaratıyor? Zira bunun ağzında Çanakkale harbi âdeta bir İlyada destanı şeklini almaya başladı. Bunun ağzından şimdiden birçok kahramanlık menkıbeleri, ruhu bir deniz gibi coşturan dinamizmasıyla birbirlerini takibetmekte ve muhayyelemizde keskin profili, otuz ikilik topların fasılalı ateşinden parlayıp sönen, sönüp parlayan bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekte idi. Bu kahraman, bu genç kumandan, gene halkın söylediğine göre yanında bir avuç süngülü askerle, yerden, gökten, denizden kopan mütemadi bir gülle, kurşun ve şarapnel sağanağının ortasında muttasıl ileriye doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacaklarmış gibi düşmanın arasıra topları üstüne saldırıyordu. Bu insan ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler, başının üstünden munisleşmiş yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu.

Kimdir bu acaib adam? Nereden peyda olmuş? Adını hiçbir gazetede, hiçbir resmi tebliğde görmedik, okumadık. Fakat halk onun adını da biliyordu: Mustafa Kemal diyordu. Bir paşa mı?, bir miralay mı? Kimi bir paşa, kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne hükmü var? Böyle adama rütbe ne ilâve edebilir?

İşte onun ismini, halkın arasında böyle bir efsane atmosferinin içinden ilk defa böyle işittimdi.

                                                                                              (Atatürk)