16 Nisan 2015 Perşembe

REŞAT NURİ GÜNTEKİN, ROMAN VE BİYOGRAFİ

REŞAT NURİ GÜNTEKİN  (1889 - 1956)

İstanbul'da doğmuştur. İlk öğrenimini Çanakkale'de yaptı. Babası doktor olduğu için çocukken, kendisi maarifçi olduğu için de ömrü boyu Anadolu'yu karış karış dolaştı. İzmir'de Frere'ler Mektebi'nde (Fransız Lisesi) okudu.  İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirdi. Muhtelif okullarda öğretmenlik, Milli Eğitim Bakanlığı'nda başmüfettişlik, Paris'te öğrenci müfettişliği görevlerinde bulundu. Çanakkale Milletvekili oldu (1939-43) . 

1918 yılından itibaren tiyatro eleştirmeleri yaparak yayın hayatına atıldı. Türk tiyatrosunun kurulmasında, telif eserleriyle büyük hizmeti dokundu. En tanınmış romanı olan "Çalıkuşu" bile, daha önce "İstanbul Kızı" adıyla piyes olarak yazılmıştı. Mahmut Yesari ve Refik Ahmet Nuri İle "Kelebek" adlı bir mizah dergisi çıkardı (1923-24) . Reşat Nuri Güntekin, son derece duygulu ve temiz bir dille hikâye, roman , tiyatro, hâtıra ve makale türlerinde eserler vermiş, pek çok da tercüme yapmıştır. Londra'da vefat etti. Naaş'ı İstanbul'a getirilmiştir. 

Romanları: Çalıkuşu, Dudaktan Kalbe, Bir Kadın Düşmanı, Akşam Güneşi, Yeşil Gece, Acımak, Yaprak Dökümü, Gökyüzü, Değirmen, Miskinler Tekkesi, Kan Davası, Kızılcık Dalları, Damga, Eski Hastalık, Ateş Gecesi

Hikâyeleri: Leylâ ile Mecnun, Olağan İşler, Recm, Tanrı Misafiri

Tiyatroları: Eski Rüya, Hançer, Eski Şarkı, Bu gece Başka Gece, Tanrıdağı Ziyafeti, Balıkesir Muhasebecisi, Çifte Keramet, Bir Yağmur Gecesi, Taş Parçası

Hâtırat: Anadolu Notları

REŞAT NURİ GÜNTEKİN'DEN ÖRNEK:

Sönmüş Ocak

Tren kalkmak üzereydi. 
Düdükler ötüyor, kondüktörler oradan oraya koşarak kapıları kapatıyorlardı. 
Yüzbaşı Şekip hâlâ vagonun basamağında elleri yarı beline kadar pencereden sarkan genç zevcesinin ellerinde, bir türlü ondan ayrılmaya razı olamıyordu.
Muallim Remzi onu kolundan tuttu, yarı zorla yere indirdi, yaramaz çocuğunu azarlayan bir baba gibi: "Rayların üstüne düşüp parçalanacaksın, hem bak herkes bizimle eğleniyor... Ayıp."dedi
Filhakika istasyonda ve vagon pencerelerinde birçok kimseler kendi ayrılıklarını, dertlerini unutmuşlar, onlara bakıp gülüyorlardı. Tren yavaş yavaş uzaklaşırken muallim Remzi'nin zevcesi Nüveyre de arkadaşı Behire'yi omuzlarından çekiyor, gülerek ona hemen kocasının Şekip'e söylediği şeyleri tekrar ediyordu: "Ayıp... Rezil olduk... Çocukluk etme!"
Fakat Behire söz anlayacak halde değildi. Mendilini uçurduğu için pencereden kollarıyla hareketler yapmakta devam ederek ağlıyor, çırpınıyordu.
"Gitti... Artık görünmüyorlar... Ben ne yapacağım, nasıl dayanacağım..."
Nüveyre, arkadaşının bu çocukça teessürüne gülmekten kendini alamadı.
"Elli-altmış günlük bir ayrılık için bu kadar telâş ayıp değil mi?" diyordu.
Onları uzaktan bu vaziyette görenler bir ana-kız zannederlerdi. Halbuki aynı yaşta iki eski mektep arkadaşıydılar. Birkaç sene birbirini gözden kaybettikten sonra on ay evvel bu küçük Anadolu kasabasında buluşmuşlardı.
Bahire'nin kocası süvari yüzbaşısı, Nüveyre'ninki idadi muallimiydi. Üçer ay izinle ailelerini görmeye gidiyorlardı.
Behire İstanbul'da kalacaktı. Nüveyre'nin seyahati biraz daha uzundu. Kıbrıs'ta üç seneden beri görmediği annesine gidiyordu.
Nüveyre hıçkıra hıçkıra ağlayan arkadaşını teskine çalışırken bir söz sarfetti: "Beni o kadar şaşırttın ki Remzi Bey'e bir 'Allahaısmarladık' diyemedim dedi. Yabancılar gibi birbirimizden ayrıldık biz de insanız"
Behire saygısızlığını o vakit farketti, yanaklarının yaşıyla gülerek: "Sahi, ben fena yaptım, affet. Mamafih içimin ne kadar yandığını bilsen hak verirdin... Ben gitmek istemiyordum ya... Ablalarımın ısrarı..." dedi
Nüveyre aynı anne tavrıyra teselliye devam etti: "Üç ay dediğin nedir? Göz yumup açıncaya kadar... Üç ay sonra, hattâ istersen daha evvel, yine bu yollardan geçeceksin... Yine bu tarlaları, ocağını, kocanı göreceksin... Şekip Bey belki sabırsızlığından seni pencereden çekip indirir."
Bunları vakur, fakat biraz mahzun bir sesle söylerken gözleri arkada kalan yerlere nihayetsiz bir esefle dalıyordu. Sonra kirpiklerinin ucunda iki iri yaş damlası belirdi. Behire hayret etti. Bu iki damla yaşın deminden beri üç mendil ıslatan kendi yaşlarından çok daha acı ve mânâlı olduğunu hissetmişti. Arkadaşının ellerini yakalayarak: "Sende bir şey var" diye sordu. Öteki hiç nazlanmadan, en tabii bir şeyden bahseder gibi cevap verdi: "Ben artık dönmiyeceğim... Büsbütün gidiyorum..."
Behire'nin hayretten ağzı açık kalmıştı. İnsan, hayatının en mühim bir vakasından böyle mi bahseder? Sonra on aydan beri geceli gündüzlü birbirlerini görüyorlardı. Nasıl olmuştu da bu büyük karar hakkında arkadaşına tek bir kelime söylememişti. Birden aklına birşey geldi:
"Kocanın bir hıyaneti, bir çapkınlığını mı yakaladın?"
O gülümsedi: "Bilâkis, ben ona hıyanet etmek üzereyim..." "!!!???". "Artık senden saklamaya sebep kalmıyor... Ben Remzi Bey'den ayrılıyorum... Çok fena bir şey yaptığımı biliyorum... Fakat ne yapayım ben de insanım... Benim de yaşamaya , mesut olmaya hakkım var... Ben Kıbrıs'ın iyi bir ailesinin kızıyım... Muharebe zamanında ailemiz büyük felâketler geçirdi... Remzi Bey'le evlenmeye mecbur oldum. Kocam kendi halinde namuslu bir idadi muallimi. Gündüz talebeleriyle, gece vazifeleriyle meşgul ağır, sakin bir adam... Ne yüzünde, ne tabiat ve ruhunda hiçbir fevkalâdeliği yok... Senelerce idadi muallimliğiyle memleket gezdik... Renksiz, fakirane bir hayat, cazibesiz ve yabancı bir erkek... Artık yaşamaktan bıkıyorum... Annem beni Kıbrıs'dan çağırdı... Küçüklüğümde bir akraba çocuğuyla bir küçük maceram geçmişti... Benden evvel evlenen bu çocuk geçen sene zevcesinden ayrıldı... Şimdi ısrarla beni istiyor... O unutulmuş eski çocuk sevdası benim de içimde canlanır gibi oldu... Bunda belki evime ve kocama karşı duyduğum lâkaytlığın tesiri de var... Uzun uzun düşündüm ve kararımı verdim. Kıbrıs'a gittikten sonra kocama mektupla ayrılmamızı teklif edeceğim... Dürüst ve namuslu bir adam olduğu için derhal dediğimi yapacağına eminim."
"Şu halde kocanın hiçbir şeyden haberi yok..."
"Hayır, beni iki-üç gün sonra dönecek zannediyor"
"Onu fazla muzdarib etmekten korkmuyor musun?"
"Zannetmem, o kadar kendi işlerine boğulmuş bir adam ki... Hem biraz müteessir bile olsa unutur..."
"Seni bu kadar katı kalpli zannetmezdim... Evinden, kocandan öyle bir lisanla bahsediyorsun ki..."
"Şüphesiz; şüphesiz ben fena bir insanım. Ne evimi, ne kocamı sevmiyorum... Fakat senden de bir ricam var... Çok kuvvetli olmaya mecbur olduğum günde bana onlardan bahsetme..."
Artık zaptedemediği gözyaşlarını arkadaşına göstermemek için başını pencereden çıkardı, uzakları seyretmeye başladı.

*   *   *

Tren birinci istasyondan bir türlü hareket etmiyor, yolcular hayretle birbirlerine soruyorlardı. Nihayet iş anlaşıldı; ilerdeki köprülerden biri bozulmuş... Tamiri için yirmi dört saat kadar zaman lâzımmış.
Tren geceden sonra naçar geri döndü. Yolcuları kasabaya iade etti.

*   *   *

Evinin önünde arabadan indiği vakit kasabanın saati on ikiyi çalıyordu. Sokaklar bir mezarlık gibi sessiz ve karanlıktı.
Hizmetçi daha yatmamıştı. Bu, oğulları askerde ölmüş yarı meczup, kimsesiz bir yerli kadındı ki, geceleri geç vakitlere kadar Kur'an okurdu.
"Beyefendi galiba biraz rahatsızdı, yemek yedi, konuşmadı, erkenden yattı." dedi
Nüveyre karanlıkta yukarı çıkarken bu eski evi uykusundan uyandırmaktan korkar gibi ayaklarının ucuna basıyordu. Kocasını uyandırıp uyandırmamakta tereddütü vardı. Bu hiç umulmayan saatte onun evine dönmesi büyük bir vakaydı. Fakat belki kocası aşağıdaki hizmetçi kadar şaşırıp sevinmeyecekti. Elinde gece kandiliyle bir dakika sofada durup düşündü, etrafına baktı. Evinin yıkıldığını hiç bir zaman bu dakikadaki kadar kuvvetle, acılıkla hissetmemişti. Sonra arkadaşının evindeki şenliği düşündü. Onlar şimdi kimbilir saadetten nasıl çıldırıyorlardı? Mamafih vakayı, Remzi'ye haber vermeden yatmayı ciddi bulmadı. Yavaşca kapıyı açtı. Karanlıkta odanın ortasında yüzükoyun yere serilmiş bir adam yatıyordu. Bu yatışta uzun bir çarpışmadan sonra öldürülmüş bir insanın hali vardı. Nüveyre korkusundan haykıracaktı, fakat o hiç kımıldanmadan sönük bir sesle: "Sen misin Ayşe nine, yatmadın mı, ne istiyorsun?" dedi. Sonra cevap verilmediğini görünce başını çevirdi, toparlandı. Elinde titrek kandiliyle kapıda duran karısına bakıyordu, kendini çılgın bir hastalık rüyası içinde sanıyordu.
Nüveyre sakin bir sesle, kısa cümlelerle ona vakayı anlattı. Sonra yine aynı sakin sesle sordu: "Sana ne oldu, hasta mısın?"
"......"
"Niye cevap vermiyorsun"
"Hiç... Biraz yorgunluk... Başım da ağrıyor"
"Acaba?"
"......"
"Benden sakladığın bir şey var"
"Benim senden saklayacak nem olabilir ki?"
Bunu söylerken öyle acı bir gülümseyişi, öyle bir omuz silkişi vardı ki, genç kadının dikkatinden kaçmadı. Bu omuz silkiş, ağır bir yük altında ezilmiş bir insanın artık onu atmak istemesine benziyordu. Kocasını, yıldırımla devrilmiş bir ağaca benzeyen iri vücuduyla, ağlamaktan şişmiş gözleriyle, mütekallis çehresiyle, hiç bu kadar muzdarib ve ümitsiz görmemişti.
Bu vaziyette yakalandığına sıkıldığını, büyük bir cebr-i nefs ile bir daha açılmamak üzere tekrar kapanacağını anlıyordu. Hattâ şimdiden yavaş yavaş kendine hakim oluyor, trenlerdeki yolsuzluktan şikâyete başlıyordu.
"Döndüğüme memnun olmadın mı?" dedi
O nedense cevap vermek istemedi, sade anlayamadığı şeyler hakkında sualler soran bir meraklı çocuğa hitap eder gibi şefkatle:
"Yorgunsun, haydi yat, yarın konuşuruz" dedi 
Nüveyre hakikatı öğrenmeye mutlaka azmetmişti. Sualini bu defa başka şekilde tekrar etti
"Memnun olmadın, yazık..."
"Memnun olmamak mümkün değil, Nüveyre... Kucağımızda ölmüş bir ölünün velev ki muvakkaten, bir dakika için, tekrar gözlerini açıp baktığını görmek, insanı ne de olsa memnun eder."
Genç kadın olduğu yerde taş gibi donup kaldı.
Uzun tereddütlerden ve mücadelelerden sonra verilmiş büyük kararların sükûnu içinde ağır ağır devam ediyordu:
"Beni büsbütün bırakıp gittiğini biliyorum. Bunu yıllardan beri bekliyorum. Yıllardan beri dememe hayret edersin. Fakat emin ol ki ben onu sende çok evvel biliyorum. Beyhude olduğu için söylemeyecektim. Hiç olmazsa insanlığımı, izzeti nefsimi kurtaracaktım. Vukuat yardım etmedi. Evet, Nüveyre, ben bütün bir hayatı seninle beraber geçirmek kabil olmayacağını çok eskiden, evlendiğimiz zamanlardan biliyordum. Senin kadar güzel ve ince bir mahlûk, benim gibi bütün cazibelerden mahrum kaba saba bir mektep hocasını nasıl beğenebilirdi? Akıl ve hayâle gelmeyecek vakaların yardımıyla evlendik. Fakat ben bu saadetin devam edeceğine yine inanmıyordum. Zihnim, mantığım bir türlü selâmet ve isabetini kaybetmiyordu. Aramızdaki maddi, manevi büyük müsavatsızlık daima bir riyaziye dâvası gibi gözümüm önündeydi... Sonra vehimlerim de buna yardım ediyordu. Dünyada seni her şeyden yüksek görüyordum. Binaenaleyh seni kaybetmek korkusu, göğsüme batmış bir bıçak gibi daima beni ta'zip ediyordu. Zevcemdin, ölünceye kadar beraber yaşamak için yeminlerimiz, taahhütlerimiz vardı. Böyle olduğu halde ben seni daima bir misafir gözüyle görüyordum: 'İmkânı yok, onu ben ömrümün sonuna kadar nasıl muhafaza ederim' diyordum. Sen daima yanımda olduğun halde öyle yabancı, öyle uzaktın ki, her sabah uyandığım, yanımda senin başını gördüğüm zaman kendi kendime soruyorum: 'Sakın bu son gün olmasın, acaba yarın bu saatte uyandığım vakit onu yanımda bulabilecek miyim?' Fakir bir muallimdim, sana süslü ve renkli bir hayat temin edemedim. Sonra bütün sevgime rağmen karşında bir ağaç kütüğü gibi kaba ve hissiz görünüyordum. Zevcem az çok benimle müsavi olsaydı belki asıl çehremi göstermekten korkmayacaktım. Kendimi ona sevdirmeye çalışacaktım, fakat... Beyhude sözlere ne lüzum var. Beş sene bir arada yaşadığımız halde birbirimize yabancı kaldık. Sende hoşnutsuzluk seneden seneye artıyordu. Bunu gayet iyi görüyordum. Fakat ne çare ki elimde bir şey yoktu. Tazallum etmekten, merhamet istemekten, bir kat daha küçülüp kendimi istihfaf ettirmekten başka bir şey yapamazdım. Nihayet bildiğim felâket gelip çattı. Anneni göreceğin geldiğini söyledin. Benden izin istedin. Senelerden beri çektiğim korku bende umulmaz bir hassasiyet uyandırmıştı. Sonra halin, sesin, tereddüdün... Bir anda her şeyi anladım: 'Gidiyor, onu müebbeden kaybediyorum. Artık gelmeyecek' dedim. O kadar ümitsizdim ki hiç bir şey yapmadım. Zaten sana da acıyordum. 'Bu kadar nadide bir mahlûka yazık oluyor' diyordum. Bütün metanetimi, tahammülümü topladım. Hiçbir şikâyetsiz, sızıltısız bu acıya tahammül ettim. Fakat aksi bir tesadüf... Her neyse bu acı şeyleri söylediğim için beni affet. Yorgunsun; uyu..."
Çehresi yavaş yavaş eski sükûnetini bulmuştu. Gürültü yapmaktan korkar gibi sessiz, sedasız odadan çıktı, bir koltuğun içinde üşüyor gibi titreyen karısını yalnız bıraktı.

*   *   *

Ertesi gün aynı hal... Geceki vakayı ve itirafı unutmuş gibi görünen karı-koca aynı sakin ve lâkayt tavırla istasyonda birbirlerinden ayrıldılar.
Remzi, geceye kadar kırlarda dolaştıktan sonra evine döndü, aynı karanlık odada aynı boğazlanmış hayvan vaziyetiyle tahtaların üstüne uzandı. Saatler geçti, kapı çalındı. Merdivenlerde, sofada hafif bir ayak sesi.
Bir gece evvelki rüyanın bir tekerrürüne ihtimâl vermeyen Remzi: "Sen misin Ayşe?" dedi.
Karanlıkta Nüveyre'nin sesi:
"Benim Remzi" dedi "Dün geceki istasyonda trenden indim. Aynı yollardan dolaşarak eve geldim. Senin yine burada, bu vaziyette beni beklediğini biliyordum. Ve bu hiç bir zaman gözümün önünden gitmeyecekti. Dün gece tesire kapılmaktan korktum. Fakat şimdi uzun uzun düşündükten sonra sana kati kararımı söylüyorum. Gitmiyeceğim Remzi. Ölünceye kadar seni bırakmıyacağım. Artık birbirimizi mesut etmeye bütün kuvvetimizle çalışacağız..."